Unutulan Kahraman: Kara Fatma’nın Sessiz Çığlığı
Milli Mücadele yıllarında cepheden cepheye koşan, hem savaşan hem de askerlerin yarasını saran, gerektiğinde kazan başında yemek pişirip gerektiğinde kurşun sıkan bir kadındı Fatma Seher. Nam-ı diğer Kara Fatma… Atatürk'ün dahi adını anmadan geçmediği bu kadın kahraman, ne yazık ki cumhuriyetin ilerleyen yıllarında unutuldu. Ve daha da acısı, ömrünün son demlerinde açlık ve yokluk içinde bir Rus kilisesinin köhne bir odasında yaşamak zorunda bırakıldı.
Her yıl adı tekrar tekrar anılır Kara Fatma'nın. Ama çoğu zaman sadece bir sembolden ibarettir artık onun adı; ardındaki trajik gerçeklik ise kulak ardı edilir. 2 Temmuz 1955'te hayata gözlerini yuman bu kahramanla ilgili, tarihçi Mustafa Armağan’ın 2007 yılında yazdığı yazı bir kez daha gündeme geldi. Yazıda yer alan bir detay, yürek burkan hakikati gözler önüne seriyordu:
“Kara Fatma’yı Rus kilisesine muhtaç edenler utansın!”
1930’lu yılların Yedigün dergisinde yer alan bir röportajda, yaşlı bir kadının hüznü yansır sayfalara. Fotoğraftaki o silik, iki büklüm olmuş kadın başta tanıdık gelmez. Ancak gözlerindeki derinlik ve bir cümleyle gelen tokat gibi gerçek insanı sarsar:
“Açlığımı kimseye belli etmemek için odama kapanır, ağlarım.”
O kadın, evet, Kurtuluş Savaşı’nın destansı kahramanı Kara Fatma’dır. Oysa kim derdi ki düşmanı dize getiren, nice cephede yaralanan, yüce gönüllülüğüyle devletin bağladığı maaşı bile Kızılay’a bağışlayan bu kadın, bir gün açlıktan gözyaşlarını yastığına akıtarak uyuyacak?
Fatma Seher Hanım, eşi Binbaşı Derviş Bey’le birlikte önce Balkanlar’da, ardından Kars ve Edirne cephelerinde düşmana karşı savaşmıştı. Mütareke döneminde eşini kaybettikten sonra tek başına Anadolu’ya geçmiş, Mustafa Kemal Paşa ile Sivas’ta görüşüp cepheye yeniden dönmüştü. İzmit’ten Düzce’ye, İznik’ten Adapazarı’na kadar gönüllü birlikler toplamış, Yunan kuvvetlerine baskınlar düzenlemiş, gazilere moral olmuştu.
1923'e kadar adı gazetelerde sık sık anılmış, cesaretiyle dillere destan olmuştu. Ancak bu efsane kadın, Cumhuriyetin ilk yıllarında gözlerden yavaş yavaş silindi. 1933 yılında İstanbul Galata’daki bir Rus manastırının ikinci katındaki daracık bir odada sefalet içinde yaşıyordu. Kapısını çalan gazeteciye torunları için iş aradığını, kapıcılık ya da çöpçülük dahi olsa razı olduğunu söylemişti.
Ama kimse ona iş vermemişti.
Kızının savaşta parmakları kopmuş, sonra aklını kaybetmişti. Torunlarına bakan, karnını komşularının yemek artıklarıyla doyuran Kara Fatma, soğuk bir mangalın başında tahta bir sedirde uyuyordu. Ama göğsünde hâlâ İstiklal madalyası duruyordu.
“Açım ama şerefliyim” diyordu.
İşte bu cümle, hem bir milletin kahramanına duyduğu vefasızlığın hem de bir kadının dimdik duruşunun özetiydi.
Bugün onun adı ders kitaplarında geçse de, mezarını bile arayıp soran çok azdır. Kara Fatma yalnızca savaş meydanlarının değil; aynı zamanda "unutulmuşluk" karşısında onurla direnen yüreklerin de simgesidir artık.
Aç ama şerefli kadın ağlamaya başlar o sırada. Ağlarken anlatır, anlatırken ağlar:
– Bazen çocukların elinden tutuyor, ‘Şu yetimler aç kalmış, ölecekler’ diye nineleri olduğumu sezdirmeden onlar için yardım toplamaya çıkıyorum. Ne yapayım, siz söyleyin!
Muhabirin aklına torunlarının nerede olduğunu sormak gelir. Sokaktadırlar; birazdan geleceklerdir.
Dilenmekten dönerken birinin avucunda 100, diğerininkinde 60 para olacaktır. “Al nine” derler, “hiç harcamadık, olduğu gibi sana getirdik. Bir çay pişiremez misin bunlarla? Ekmek batırıp da beraber yiyelim.”
Torunlarıyla birlikte dilenen bu Kara Fatma portresine alışık olmayan yüreğiniz hop oturup hop kalktı, biliyorum ama gerçeğin yüzü bazen böylesine acımasız ve soğuktur.
1944’te (69 yaşında) yeniden hatırlanıp Defterdarlık’ta bir işe yerleştirilen Kara Fatma, 1954 yılına gelindiğinde artık 79 yaşındadır ve yine sefil bir vaziyette İstanbul’da bir kulübede tek başına yaşamaktadır.
Tek Parti dönemini perişanlıklarla geçiren Kara Fatma’ya doğru dürüst bir maaş ne zaman bağlanmıştır bilir misiniz? Demokrat Parti devrinde, 22 Şubat 1954’te. Ancak özel bir kanunla kendisine ‘ömür boyu’ 170 lira maaş bağlanan Kara Fatma’nın ömrü bu maaşı yemeye yetmeyecek ve ertesi yıl Erzurum’da hayata gözlerini yumacaktır.
Sağlığında bir gazeteciye, “Göğsümde bir şarapnel parçası var. Acı veriyor.” demişti. Tarihimizin göğsündeki şarapneller ne olacak Fatma teyze, sen söyle?
Yahudi okulunda eğitim gören, İstanbul Tıp mezunu olarak hayatını sürdürürken Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal tarafından yıldırım hızıyla 17 Mart 1923 senesinde sahaya sürülen Türklük ile alakası olmayan Yahudi Reşit Galip Kimdir? Yahudi Reşit Galip Mustafa Kemal’in bir projesi olarak, Osmanlı ve Hilafetin tasfiyesi, Cumhuriyetin ilanı sonrası sahaya sürülecek ve kendisine büyük görevler verilecekti. Peki günü geldiğinde Mustafa Kemal’e posta koyacak, meydan okuyacak duruma kadar gelen Yahudi Reşit Galip hangi görevlerde bulundu ve neler yaptı? Osmanlı devletinin tasfiyesi, Cumhuriyetin ilanı ve Hilafetin kaldırılması ardından güçlerini dışa vurmaya başlayan Yahudiler/Sabetayistlerin bir örneği olan Reşit Galip, Yahudi geleneklerine göre büyük işler başaracaktı. Atatürk, Reşit Galip'i önce kaymakam ve sonrasında vali yapmayı düşünmüşse de General İzzetin Çalışlar'dan boşalan milletvekilliği koltuğuna, yapılan ara seçimle, Reşit Galip'i getirmeyi daha uygun bulmuştu. Galip'in meclise girmesi ile Ankara siyasetindeki fırtınalı dönem de başlamıştı. Doğu'da başlayan Şeyh Sait İsyanı sonrası kurulan Ankara İstiklal Mahkemesi'nin meşhur azalarından biri de Reşit Galip olmuştu. Atatürk ile Reşit Galip’in konusunu ve ilişkisini burada bitiriyoruz ve yeni başlık atıyoruz. Türk Olmayan Yahudi Reşit Galip’in ve Irkdaşlarının Sinsi Oyunları İstiklal Mahkemelerinde görev alan Yahudi Reşit Galip birçok Türk/Müslüman ismin tasfiyesinde son derece önemli bir rol oynayacaktı. Reşit Galip kendisine verilen talimatlar doğrultusunda Türk/Müslüman birçok kişiyi tasfiye etti ve böylece İstiklal mahkemeleri merhamet üzerine hareket etmeyecekti. Reşit Galip Yüzbinlerce Türk/Müslüman halkın idam edilmesinde önemli görev aldı. Reşit Galip aynı zamanda Türkçe Ezan zulmünün ve Arapça (Kuran) yasağının da mimarisi tam bir Kafir/Siyonist Yahudi idi. Yahudi Reşit Galip Türk Ocaklarının başına geçerek oradaki Türk/Müslümanları tasfiye ederek Yahudileri ve diğer azınlık gayrimüslimleri yerleştirdi. Ardından yapılması gereken daha önemli görevleri olması sebebiyle Türk Ocaklarını tasfiye ederek kapatmıştır. Reşit Galip Türk Tarih Kurumunun başına geldi ve oradaki etkili Türk tarihçileri tasfiye edip yerlerine yine Türk olmayan tarihçiler doldurdu ve böylece Türk tarihini neredeyse yok durumuna getirerek kendi uydurdukları yalan bir tarih yazdırdı. Reşit Galip daha sonra Türk Dil Kurumunun başına geldi ve Hakiki Türkçeyi neredeyse yok etti ve diğer birçok dillerin gerisine bıraktı. Oysaki zengin bir Türkçemiz vardı. Reşit Galip hızla koşturuyor.. Yahudi Reşit Galip, bir Yahudi nasıl bir hırs ve ihtirasla gözü dönmüşçesine ormanlardaki Çakallar gibi yaralı bir canlıyı parçalamaya çalışıyorsa öyle saldırıyor. Böylece Yahudi Reşit galip Milli Eğitim Bakanı oldu. Reşit Galip, Milli Eğitim Bakanlığı etki alanlarına, bütün Üniversitelere, İl Milli Eğitim müdürlüklerine, devlet okullarına ve Yayınevlerine varana kadar başta Yahudiler olmak üzere gayrimüslim zümreyi yerleştirdi. Böylece bir Müslüman/Türk nasıl dinsiz olur, nasıl asimile edilir, nasıl ikinci bir Yahudi yapılabilir ya da nasıl bir Yahudi kölesi haline getirilir Milli Eğitimdeki Türk/Müslümanları önce tasfiye etti, daha sonra Yahudi ve diğer gayrimüslim azınlıkları başa getirerek hepsini ortak amacını yerine getirmiş oldu. Ve son olarak da, Milli Eğitim Bakanı iken bir taraftan Müslümanları bölmek ve kavgalı hale getirmek için, diğer taraftan ise Yahudilere ve diğer gayrimüslim azınlıklara sahiplenmeleri için ANDIMIZ’ı bir kalkan olarak bıraktı. Yahudiler ve diğer gayrimüslim azınlıklar Türk rolüne girerek Türkiye’yi yöneteceklerdi, bütün kararları kendileri uygulayacaktı, Orduda General, Devlette Bakan, Emniyette Müdür, Şehirlerde Vali ve Kaymakam olacaklardı, devletin tüm kritik yerlerinde olacaklardı ve hayalleri doğrultusunda önce İsrail devleti kurulacaktı, daha sonra Türkiye devleti İsrail devletinin ikinci Amerika’sı/Tetikçisi olacaktı ve böylece İsrail devletinin büyümesinde/İşgalinde engel teşkil edecek diğer devletlere müsaade etmeyecek, gerekirse savaş edecek ve sürekli İsrail’in büyümesi için çalışacaktı. Fakat hesapta çok partili seçimleri zorlayacak ve ilk seçimde başa gelecek bir Adnan Menderes öngörüsü yoktu, bir Turgut Özal, bir Necmettin Erbakan ve bir Recep Tayyip Erdoğan düşünmemişlerdi. O nedenle üstlerinde atamadıkları o büyük şok ve hayal kırıklığının hala öfkesini, nefretini ve cinnetini yaşamaktadırlar. Soru 1; Okulunu Tıp olarak bitiren (Şaibe var) Reşit Galip, neden bu büyük torpille hiçbir zaman sağlıkçı veyahut abartacak olursak bir sağlık bakanlığı görevinde bulunmadı da…..? Soru 2; Yahudi Reşit galip İstiklal Mahkemelerinde bir başkan konumuna yükseldi? Soru 3; Yahudi ve aynı zamanda Türk olmayan Reşit Galip, Türk olmamasına rağmen neden Türk Ocaklarının başına geçti? Soru 4; Türk olmayan Yahudi Reşit Galip, Türk olmamasına rağmen neden Türk Tarih Kurumunun başına geçti? Türkiye’de güvenilecek bir tane Türk kalmamış mıydı? Soru 5; Türk olmayan Yahudi Reşit Galip, Türk olamamasına rağmen neden Türk Dil Kurumu’nun başına geçti? Türkiye’de Türkler yok muydu? Soru 6; Türk olmayan Yahudi Reşit Galip, Türk olamamasına rağmen neden Eğitim Bakanı oldu ve Eğitim sistemimizi Yahudi geleneklerine göreneklerine göre yapıp çocukları zehirledi? Soru 7; Kendi Irklarından başka hiçbir Irk’ı tanımayan ve kendi köleleri gibi gören Yahudilerin bir ferdi olan Yahudi Reşit Galip neye istinaden Irkçılık aşılayan ve milletlerin arasına nifak ve fitne sokan ANDIMIZ’I icat etti ve okullarda neden zorla okutuldu? Mustafa Kemal Atatürk ve Reşit Galip Arasındaki Gerilim Cumhuriyet’in ilanı sonrasında Türkiye’de yalnızca toplumsal yapıda değil, bireysel düzeyde de büyük bir dönüşüm yaşandı. Yeni rejimin sağladığı ayrıcalıklar ve güç dengeleri, dönemin Yahudi ve gayrimüslim azınlık unsurlarına ve onların içinden yükselen kimi şahıslara önemli bir özgüven ve cesaret kazandırdı. Bu özgüven dalgasından nasibini alanlardan biri de, dönemin dikkat çeken figürlerinden biri olan Yahudi Reşit Galip idi. 1932 yılı, onun Mustafa Kemal Atatürk’le yaşadığı tarihi sürtüşmeyle hatırlanacaktı. Sofrada Başlayan Gerilim Olay, Atatürk’ün ünlü sofralarından birinde gerçekleşti. İçkiyi fazla kaçıran Reşit Galip, sofrada bulunan dönemin Millî Eğitim Bakanı Esat Sagay’ı sert bir biçimde eleştirmeye başladı. Ona, devrimlere yeterince sahip çıkmamakla, hatta “ihanetle” suçlayacak kadar ileri gitti. Atatürk, Sagay’a büyük bir hürmet besliyordu; bu nedenle Reşit Galip’in sözleri, sofradaki dengeyi ve saygı atmosferini bozmuştu. Uyarı niteliğinde bir söz söyleyerek Galip’in susmasını istedi. Ancak bu uyarı, genç bakan adayının küstahça karşılık vermesine neden olacaktı. “Burası Milletin Sofrasıdır!” Atatürk’ün uyarısına karşı Reşit Galip’in sözleri tarihe geçti: “Burası milletin sofrasıdır, kovulmamalıyım. Kendimi iyi hissediyorum, kalkmam!” Bu sözler, hem Atatürk’e meydan okuma anlamı taşıyor hem de sofradaki hiyerarşik düzeni yıkmaya dönük bir özgüveni yansıtıyordu. Bunun üzerine Atatürk, bir çare düşünerek, sofradakilere dönüp şu cümleyi kurdu: “O hâlde biz kalkalım, masayı Beyefendiye bırakalım.” Sofra bir anda boşaldı ve Reşit Galip masada tek başına kaldı. O an, herkesin zihninde Reşit Galip’in siyasi hayatının sona erdiği düşüncesi yer etti. Ancak yaşanacaklar bunun tam tersini gösterecekti. İnatla Yükselen Bir İsim Kısa bir süre sonra Esat Sagay görevinden istifa etti. Herkesin şaşkın bakışları arasında Millî Eğitim Bakanlığı görevine, sofrada Atatürk’e kafa tutan Reşit Galip getirildi. Bu atama, Atatürk’ün insan ilişkilerindeki pragmatik yönünün ve bazen çatışma yaşayan isimleri bile sistemin içine çekme stratejisinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Tartışmalı Reformların Mimarı Reşit Galip, yalnızca bakanlık koltuğuna oturmakla kalmadı; aynı zamanda Türk Dil Kurumu Başkanlığı görevine de getirildi. Bu dönem, birçok tartışmalı uygulamanın başlangıcı olacaktı. Reşit Galip’in öncülüğünde “Andımız” yazıldı, Türk Tarih Tezi geliştirildi ve Türk Ocakları kapatıldı. Bu uygulamalar, dönemin milliyetçilik anlayışını keskinleştiren, ancak toplumun bazı kesimlerinde de ciddi rahatsızlık yaratan adımlar olarak tarihe geçti. Sonuç Reşit Galip’in Atatürk ile yaşadığı bu sürtüşme, sadece bir sofra tartışması değildi; Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki ideolojik çatışmaların, güç mücadelelerinin ve kişisel hırsların da bir yansımasıydı. Atatürk’ün otoritesiyle Galip’in iddialı karakteri arasındaki bu gerilim, yeni kurulan devletin içinde şekillenen farklı fikirlerin ne denli keskin sınırlarla ayrıldığını da göstermektedir. ANDIMIZ İLE İLGİLİ NECMETTİN ERBAKAN ELEŞTİRİSİ Merhum Başbakanlardan Necmettin Erbakan bir konuşmasında metni şöyle eleştirecekti; Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine, 'Türküm, doğruyum, çalışkanım.' Sen bunu söyleyince, öbür taraftan da Kürt kökenli bir Müslüman evladı, 'Ya öyle mi, ben de Kürt'üm, daha doğruyum, daha çalışkanım' deme hakkını kazandı. O Meclis yarın inananların eline geçecek. Bütün bu haklar kan dökülmeden verilecek. Necmettin Erbakan, bu sözleri sonrası "halkı din, ırk ve bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" gerekçesiyle 10 Mart 2000'de bir yıl da hapis cezasına çarptırıldı. CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN ANDIMIZ AÇIKLAMASI Yasaklandıktan sonra Türk ismine bürünmüş Yahudilerin yine ortalığı karıştırarak körüklediği ve tartışmalara konu ettikleri andımız ile ilgili Erdoğan’ın açıklamaları. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da Reşit Galip ve Ant'ımız ile ilgili şu ifadeleri kullanacaktı; Andımız geride bıraktığımızı sandığım bir konuydu. 2013'te bunu çözmüştük. Danıştay yetki aşımı yaparak maalesef bu düzenlemeyi iptal etmiştir. Türkiye'yi hak etmediği bir tartışmanın içine sürükleyen bu karar, eski hastalıkların yaşadığını gösteriyor. Tek parti CHP'si döneminde başlatılan uygulamayı hala sürdürmeyi çalışmak yanlıştır. Andın ilk halini Türk Ocaklarını kapatmasıyla, üniversitelerini perişan etmesiyle bilinen tıp doktoru Reşit Galip yazmıştır. Türkçe ezan zulmünün de mimarıdır. Milletimizin en etkili andı İstiklal Marşı'dır. Bunun dışında bir and tanımıyoruz, tanımayacağız. Reşit Galip, öldüğünde sadece 41 yaşındaydı. Oysa Türk Ocaklarının tasfiyesi, üniversite reformu, Türk Tarih Tezi, Türkçe ezan, Andımız ve daha birçok tartışmalı uygulamanın altında onun imzası bulunuyordu.
Türkiye Yahudi Devleti Olarak Mı Kuruldu? Atatürk Sabetayist miydi? Türk Yahudisi ve aynı zamanda İsrail vatandaşı Erroll Gelardin, katıldığı bir programda çarpıcı iddialarda bulundu: “20. asırda dünyada üç Yahudi devleti kuruldu. Rusya, Türkiye ve İsrail.” Bu sözler yalnızca tartışma yaratmakla kalmadı; aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün de Sabataycı olduğunu iddia ederek gündemi sarstı. Gelardin’in bu açıklamalarının ardında ne var? Türk halkının ihanete uğradığını mı anlatmak istiyor, Türkiye’de Yahudilerin gücünü mü ima ediyor, yoksa tarihî bir ifşaat mı yapıyor? Sosyal medyada öne çıkan yorumlar, iddiaların ciddiyetini gösteriyor: “Mustafa Kemal neden Yahudi okulunda okutuldu.” “Hocası neden Yahudi Şimon Zvi (Şemsi Efendi) idi?” “Mustafa Kemal, Yahudi Reşit Galip’i Tıpçı olmasına rağmen neden 1925’te mebus, İstiklal Mahkemesi üyesi, Türk Ocakları Reisi, Türk Tarih Kurumu Genel Sekreteri, Türk Dil Kurumu Başkanı ve Eğitim Bakanı yaptı. Neden cumhuriyet ilanı sonrası Türkiye’ye yüzbinlerce Yahudi getirtildi ve Türk isimleri verilerek devletin her kritik yerlerine yerleştirildi” gibi sorular sorulmaya başlandı. Bu yorumlar, Gelardin’in sözlerinin sosyal medyada nasıl yankı bulduğunu gösteriyor. Tartışmalar sadece yorumlarla sınırlı kalmadı; kamuoyunda büyük soru işaretleri oluştu. Buradan hareketle, tarihçilerimiz ve etkili yetkililerin bu iddialara belgelerle açıklık getirmesi elzemdir. Müspet ya da menfi, her türlü belge kamuoyuna sunulmalıdır. Çünkü Türkiye, İslam’ın sancaktarlığını yapmış bir millettir ve bu milletin geçmişi hakkında net bilgilerle aydınlanması, geleceğe güvenle bakabilmesi açısından hayati öneme sahiptir. Gelardin’in sözleri, sadece bir iddia değil; Türk tarihinin kritik bir dönemiyle ilgili ciddi bir sorgulamayı gündeme taşıyor. Bu nedenle, tarihî belgelerin ortaya konulması ve halkın doğru şekilde bilgilendirilmesi bir zorunluluktur. Eğer doğruysa “Türkiye’yi, Atatürk ile beraber Sabataycılar kurdu” demek, son yüzyılda milletimiz, yanlış tarih anlayışıyla uyutuldu demektir. Eğer söyleneler doğruysa, Siyonistlerin “Arzı Mev’ut (Vadedilmiş Topraklar)” planlarının tam ortasında bir ülke ve milletiz demektir… SABATAYCILIK NE DEMEK? İspanya’daki baskıdan kaçan Yahudilerin, Osmanlı topraklarına kabul edilişinden sonra oluşan bir dini inançtır… Yahudi topluluklarının geçmişte yaşadıkları sosyo-politik acılarının son bulacağı inancı doğrultusunda, Yahudi din adamı Sabetay Sevi (1626-1676), Tanrı tarafından gönderilen ilahi bir kurtarıcı olduğu iddiasıyla sözde Müslümanlık üzerine belirlediği prensiplerle ‘Dönmelik’ mezhebini kurmuştur. Daha sonra bir sürü sapık sapkın faaliyetlere girmiş ve ardından amacının Yahudileri hareketlendirip bir Yahudi devletini kurulması olduğunu itiraf etmiştir. Sabetay Sevi’nin asıl amacının Yahudileri başka kimliklere büründürüp bu kimlikler altında Yahudileri devletlerin kadrolarına, devlet ve askeriye gibi yerlere yerleşmesini sağlayıp sistematik bir şekilde hayallerindeki Yahudi devleti olan İsrail’in kurulmasına aracılık ve elçilik etmekti. Sabetaycılar ise Sabetay Sevi’nin bu ideolojisini ilham alarak devletlerin kadrolarına sızarak bu eylemi gerçekleştirmeyi ve İsrail devletinin kurulmasına aracılık ve öncülük etmeyi benimsediler. Sabetaycılar böylece devletlerin idarelerine ve askeriyesine sızarak ya hayallerindeki İsrail devletini kurulması istenecekti ya da o devleti içten içe çökerterek kendileri yapacaktı bu işi.
Türk tarihinin örnek annelerinden bir kahraman olan ve ölmeden önce “Yılın annesi” seçilen Nene hatun neden dilenmek zorunda kaldı ve nasıl bir fakirliğin ve açlığın pençesine düştü? Nene hatun Ruslara karşı savaştı ve büyük kahramanlık sergiledi. Nene Hatun ardından Cihan Harbinde üç çocuğunu ve kocasını şehit verdi ve savaşlarda kardeşi dahil bütün ailesini kaybetti. Nene Hatun’a bakacak kimsesi yoktu ve yaşlanmıştı. Nene Hatun defalarca Cumhuriyet’e ve devlet yöneticilerine haber göndermesine rağmen kendisine yardım yapılmadı. Yıllarca kendisine bir yardım yapılmayınca Nene hatun dilenmeye devam etti ve kış günlerinde sokaklardan ısınmak için tezek toplamıştı. Nene Hatun, İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olunca ona da kendisi ve diğer kahramanlar için acil yardım mektubu gönderdi. Şimdi aşağıda bir yandan Nene Hatun’un kahramanlık destanını diğer yandan acı dolu hayatını ve devlet yetkililerine gönderdiği son mektubu okuyacaksınız. Nene Hatun’un Kahramanlık hikayesi. Aziziye Destanı: Bir Milletin Şafağa Yazdığı Direniş 1877 yılının Kasım ayında, 9’u 10’a bağlayan o karanlık gecede Rus askerleri, Top Dağı'ndaki nöbetçilerimizin gafletinden faydalanarak Aziziye Tabyaları’na sızdı. 2 ve 3 numaralı tabyalara ansızın giren Rus birlikleri, uykuda yakalanan askerlerimizi gafil avladı. Tabyalar, kısa sürede düşmanın eline geçti. Ancak düşmanın ilerleyişi burada durmadı. Sırada 1 numaralı tabya vardı. Yarbay Bahri ve beraberindeki askerler, tüm güçleriyle direnerek zaman kazanmaya çalıştı. Tam o anlarda, sabahın ilk ışıkları Erzurum’un üzerine düşmeye başladı. Şehrin üstüne çöken bu kasım sabahı, silah ve top sesleriyle yankılandı. Erzurum halkı, tarihe geçecek bir güne gözlerini açtı. Ellerinde ne varsa—sopa, balta, satır—alan halk, vatan savunması için ayağa kalktı. Kışlalarda içtima boruları çalıyor, minarelerden ezanlar arka arkaya yükseliyor, din adamları silah tutabilen herkesi mücadeleye çağırıyordu. Şerife Ana’dan Nene Hatun’a, Kantarcı Mehmed’den İmam Yaşar’a kadar herkes aynı çağrıyı haykırıyordu: “Kardeşler! Elimiz tutuyor, gözümüz görüyor! Bu topraklara düşman bastıracak da biz duracak mıyız? Analar bizi böyle bir gün için doğurmadı mı?” Erzurum’un sokaklarından tabyalara doğru akan halk selini gören Kurt İsmail Paşa’nın askerleri de büyük bir coşkuyla saldırıya geçti. Paşa, bir elinde Kur’an, diğerinde kılıç taşıyor; yanında, kırmızı entarisi ve sarı çizmeleriyle Kara Fatma ve üç yiğit kadın, savaşçılara yiyecek-içecek taşıyan başka kadınlarla birlikte 1 numaralı tabyaya doğru ilerliyordu. Aynı anda Kaplan Mehmed Paşa da Mecidiye yönünden 2 ve 3 numaralı tabyalara taarruza geçti. Ve mucize gerçekleşti. Halkın ve askerlerin birlikte yürüttüğü bu kahramanca saldırıda üç tabyanın kapıları kırıldı, birkaç saat içinde Rusların 153. Alayı darmadağın edildi. 2.300 askerini kaybeden Ruslar geri çekilmek zorunda kaldı. Zaferin ardından tabyalarda sağ kalanlar, sevdiklerini ararken bir köşede Kara Fatma ve üç silah arkadaşının şehit düştüğünü gördü. Bu zafer, sadece bir direniş değil; Erzurum’un, "Kilid-i mülk-i İslam"ın, imanla, cesaretle, birlikle yazdığı bir destandı. Sadece üç saat süren bu çarpışma, bir milletin sonsuza dek hatırlayacağı bir sabahın adını tarihe kazıdı. Nene Hatun’un son mektubu; “Bizler, (1)293 Osmanlı-Rus harbinin Erzurum civarında Aziziye tabyasında vuku bulan meşhur savaşın kahramanıyız. O tarihî günde Türk kahramanlık ve hamasetinin sembolü olan bizler, bu çok eski düşmanımızı vatanın harim-i ismetinden sökerek atmış ve göklere kadar çıkan zafer dasitanı yaratmıştık. Bu ulu güne lâyıkı derecede kıymet ve ehemmiyet verildiği halde, maalesef biz canlı timsallerine gereken kadirşinaslık gösterilmiyor. Aziziye zaferi, tarihin pek az kaydettiği bir mucizedir. Bu mucizenin yarattığı varlık sayesindendir ki, vatanımızın en mühim parçası ve Şarkın müstesna bir kilidi mesabesinde bulunan güzel Erzurum’u müstekreh düşmanın mülevves çizmesiyle çiğnenmesinden kurtarmış ve ahlâfa ebedî bir yadigâr bırakmıştır. Bu ölmez zaferin yadigârı bizler, her birerlerimiz 90’ar, 100’er yaşındayız. Hiçbir sığınacak yerimiz ve tutunacak hiçbir desteğimiz yoktur. Belediyenin ayda 4 lira maaştan başka bir şey görmüyoruz. Geçen sene birer meccanî (ücretsiz) ekmek veriyorlardı, bu sene o ekmeğimizi de kestiler. Şimdi aç ve muhtaç bir vaziyetteyiz ve dileniyoruz da… Bizlere icab eden nakdî ve fiilî yardımın yapılarak bu çetin ve acıklı vaziyetten kurtarılmaklığımızı yüksek ve derin saygılarımızla diler ve arz ederiz.” Dilekçe, İnönü tarafından incelenip Başbakanlığa havale edilmişti ama tahmin edileceği gibi bir sonuç çıkmamıştı. Bu sırada İnönü’nün, İbrahim Çallı’ya 5 bin lira karşılığında yağlı boya tablosunu yaptırmak gibi “çok hayatî” meşguliyetleri vardı! Nene Hatun’un sefaletini Cumhuriyet de yazmış Öte yandan bu yazışmadan altı yıl önce, 23 Kasım 1937’de Erzurum Milletvekili Pertev Demirhan’ın kaleme alıp CHP Genel Sekreterliği’ne sunduğu raporda aynen şöyle deniliyordu: “Bu ihtiyarların üçü de fakir ve sefalet içindedir. Yaşar 100 yaşına gelmiş olmasına rağmen hâlâ hamallık ederek geçinmektedir. (…) Diğer iki kadın da sakat oğullarıyla bugün çok yokluk içinde imişler. O kahramanlık vakasından bu güne kadar yaşayan bu üç canlı yadigâra hayatlarının şu son senelerinde olsun sefaletten kurtulmak için herhangi bir tertipten, kabilse birer parça maaş bağlanmasını yüksek partimizin mürüvvetinden beklerim. Bu Türk milleti için adeta bir vicdan borcu sayılmalıdır.” Mustafa Armağan yorumu: 1937’den 1943’e kadar bağlanmayan maaşın sonradan bağlandığını sanıyorsanız aldanıyorsunuz. 1925 doğumlu merhum tarihçi Nejat Göyünç küçüklüğünde Nene Hatun’u Erzurum sokaklarında kışlık tezek yapmak için sırtında teneke ile dolaşıp hayvan pisliği toplarken gördüğünü anlatır. Sağ kalabilenlere ancak Demokrat Parti devrinde yardımcı olunacak ve Nene Hatun’un 1955 Mayısında ahirete intikaliyle tarihin parlak bir sayfası kapanırken bize de ağır bir dram miras kalacaktır. Peki, aziz vatan uğruna canlarını ortaya koyan kahramanlarımızı avuç açmak zorunda bırakıp yalvartmaktan utandınız mı? Benimki de laf. Kara Fatma’nın torunlarıyla beraber Galata’daki Rus manastırına sığınmaları gerçeğinin acılığını hatırlayınca bu milletin hakiki kahramanlarına nasıl bir sığıntı muamelesi yapıldığına hayret edilir mi? Yakın tarih insanı dert sahibi yapar velhasıl.