Türk tarihinin örnek annelerinden bir kahraman olan ve ölmeden önce “Yılın annesi” seçilen Nene hatun neden dilenmek zorunda kaldı ve nasıl bir fakirliğin ve açlığın pençesine düştü?
Nene hatun Ruslara karşı savaştı ve büyük kahramanlık sergiledi. Nene Hatun ardından Cihan Harbinde üç çocuğunu ve kocasını şehit verdi ve savaşlarda kardeşi dahil bütün ailesini kaybetti. Nene Hatun’a bakacak kimsesi yoktu ve yaşlanmıştı. Nene Hatun defalarca Cumhuriyet’e ve devlet yöneticilerine haber göndermesine rağmen kendisine yardım yapılmadı. Yıllarca kendisine bir yardım yapılmayınca Nene hatun dilenmeye devam etti ve kış günlerinde sokaklardan ısınmak için tezek toplamıştı. Nene Hatun, İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olunca ona da kendisi ve diğer kahramanlar için acil yardım mektubu gönderdi.
Şimdi aşağıda bir yandan Nene Hatun’un kahramanlık destanını diğer yandan acı dolu hayatını ve devlet yetkililerine gönderdiği son mektubu okuyacaksınız.
Nene Hatun’un Kahramanlık hikayesi.
Aziziye Destanı: Bir Milletin Şafağa Yazdığı Direniş
1877 yılının Kasım ayında, 9’u 10’a bağlayan o karanlık gecede Rus askerleri, Top Dağı'ndaki nöbetçilerimizin gafletinden faydalanarak Aziziye Tabyaları’na sızdı. 2 ve 3 numaralı tabyalara ansızın giren Rus birlikleri, uykuda yakalanan askerlerimizi gafil avladı. Tabyalar, kısa sürede düşmanın eline geçti.
Ancak düşmanın ilerleyişi burada durmadı. Sırada 1 numaralı tabya vardı. Yarbay Bahri ve beraberindeki askerler, tüm güçleriyle direnerek zaman kazanmaya çalıştı. Tam o anlarda, sabahın ilk ışıkları Erzurum’un üzerine düşmeye başladı.
Şehrin üstüne çöken bu kasım sabahı, silah ve top sesleriyle yankılandı. Erzurum halkı, tarihe geçecek bir güne gözlerini açtı. Ellerinde ne varsa—sopa, balta, satır—alan halk, vatan savunması için ayağa kalktı. Kışlalarda içtima boruları çalıyor, minarelerden ezanlar arka arkaya yükseliyor, din adamları silah tutabilen herkesi mücadeleye çağırıyordu. Şerife Ana’dan Nene Hatun’a, Kantarcı Mehmed’den İmam Yaşar’a kadar herkes aynı çağrıyı haykırıyordu:
“Kardeşler! Elimiz tutuyor, gözümüz görüyor! Bu topraklara düşman bastıracak da biz duracak mıyız? Analar bizi böyle bir gün için doğurmadı mı?”
Erzurum’un sokaklarından tabyalara doğru akan halk selini gören Kurt İsmail Paşa’nın askerleri de büyük bir coşkuyla saldırıya geçti. Paşa, bir elinde Kur’an, diğerinde kılıç taşıyor; yanında, kırmızı entarisi ve sarı çizmeleriyle Kara Fatma ve üç yiğit kadın, savaşçılara yiyecek-içecek taşıyan başka kadınlarla birlikte 1 numaralı tabyaya doğru ilerliyordu. Aynı anda Kaplan Mehmed Paşa da Mecidiye yönünden 2 ve 3 numaralı tabyalara taarruza geçti.
Ve mucize gerçekleşti. Halkın ve askerlerin birlikte yürüttüğü bu kahramanca saldırıda üç tabyanın kapıları kırıldı, birkaç saat içinde Rusların 153. Alayı darmadağın edildi. 2.300 askerini kaybeden Ruslar geri çekilmek zorunda kaldı.
Zaferin ardından tabyalarda sağ kalanlar, sevdiklerini ararken bir köşede Kara Fatma ve üç silah arkadaşının şehit düştüğünü gördü. Bu zafer, sadece bir direniş değil; Erzurum’un, "Kilid-i mülk-i İslam"ın, imanla, cesaretle, birlikle yazdığı bir destandı. Sadece üç saat süren bu çarpışma, bir milletin sonsuza dek hatırlayacağı bir sabahın adını tarihe kazıdı.
Nene Hatun’un son mektubu;
“Bizler, (1)293 Osmanlı-Rus harbinin Erzurum civarında Aziziye tabyasında vuku bulan meşhur savaşın kahramanıyız. O tarihî günde Türk kahramanlık ve hamasetinin sembolü olan bizler, bu çok eski düşmanımızı vatanın harim-i ismetinden sökerek atmış ve göklere kadar çıkan zafer dasitanı yaratmıştık. Bu ulu güne lâyıkı derecede kıymet ve ehemmiyet verildiği halde, maalesef biz canlı timsallerine gereken kadirşinaslık gösterilmiyor. Aziziye zaferi, tarihin pek az kaydettiği bir mucizedir. Bu mucizenin yarattığı varlık sayesindendir ki, vatanımızın en mühim parçası ve Şarkın müstesna bir kilidi mesabesinde bulunan güzel Erzurum’u müstekreh düşmanın mülevves çizmesiyle çiğnenmesinden kurtarmış ve ahlâfa ebedî bir yadigâr bırakmıştır. Bu ölmez zaferin yadigârı bizler, her birerlerimiz 90’ar, 100’er yaşındayız. Hiçbir sığınacak yerimiz ve tutunacak hiçbir desteğimiz yoktur. Belediyenin ayda 4 lira maaştan başka bir şey görmüyoruz. Geçen sene birer meccanî (ücretsiz) ekmek veriyorlardı, bu sene o ekmeğimizi de kestiler. Şimdi aç ve muhtaç bir vaziyetteyiz ve dileniyoruz da… Bizlere icab eden nakdî ve fiilî yardımın yapılarak bu çetin ve acıklı vaziyetten kurtarılmaklığımızı yüksek ve derin saygılarımızla diler ve arz ederiz.”
Dilekçe, İnönü tarafından incelenip Başbakanlığa havale edilmişti ama tahmin edileceği gibi bir sonuç çıkmamıştı. Bu sırada İnönü’nün, İbrahim Çallı’ya 5 bin lira karşılığında yağlı boya tablosunu yaptırmak gibi “çok hayatî” meşguliyetleri vardı!
Nene Hatun’un sefaletini Cumhuriyet de yazmış
Öte yandan bu yazışmadan altı yıl önce, 23 Kasım 1937’de Erzurum Milletvekili Pertev Demirhan’ın kaleme alıp CHP Genel Sekreterliği’ne sunduğu raporda aynen şöyle deniliyordu:
“Bu ihtiyarların üçü de fakir ve sefalet içindedir. Yaşar 100 yaşına gelmiş olmasına rağmen hâlâ hamallık ederek geçinmektedir. (…) Diğer iki kadın da sakat oğullarıyla bugün çok yokluk içinde imişler. O kahramanlık vakasından bu güne kadar yaşayan bu üç canlı yadigâra hayatlarının şu son senelerinde olsun sefaletten kurtulmak için herhangi bir tertipten, kabilse birer parça maaş bağlanmasını yüksek partimizin mürüvvetinden beklerim. Bu Türk milleti için adeta bir vicdan borcu sayılmalıdır.”
Mustafa Armağan yorumu:
1937’den 1943’e kadar bağlanmayan maaşın sonradan bağlandığını sanıyorsanız aldanıyorsunuz. 1925 doğumlu merhum tarihçi Nejat Göyünç küçüklüğünde Nene Hatun’u Erzurum sokaklarında kışlık tezek yapmak için sırtında teneke ile dolaşıp hayvan pisliği toplarken gördüğünü anlatır.
Sağ kalabilenlere ancak Demokrat Parti devrinde yardımcı olunacak ve Nene Hatun’un 1955 Mayısında ahirete intikaliyle tarihin parlak bir sayfası kapanırken bize de ağır bir dram miras kalacaktır.
Peki, aziz vatan uğruna canlarını ortaya koyan kahramanlarımızı avuç açmak zorunda bırakıp yalvartmaktan utandınız mı?
Benimki de laf. Kara Fatma’nın torunlarıyla beraber Galata’daki Rus manastırına sığınmaları gerçeğinin acılığını hatırlayınca bu milletin hakiki kahramanlarına nasıl bir sığıntı muamelesi yapıldığına hayret edilir mi?
Yakın tarih insanı dert sahibi yapar velhasıl.
İsrail’deki Atatürk Büstü ve Ormanı Sosyal Medyada Tartışma Yarattı Son günlerde sosyal medyada yayılan İsrail’deki Mustafa Kemal Atatürk büstü ve Atatürk Ormanı, kullanıcılar arasında büyük tartışmalara yol açtı. Bazı kullanıcılar bunu doğrularken, bazıları inanmakta zorlanıyor. Son zamanlarda sosyal medyada yayılan Mustafa Kemal Atatürk’ün İsrail’deki büstü ve üzerinde yazılan yazı, sosyal medya kullanıcılarını adeta ikiye bölmüş durumda. Kimileri öyle bir şeyin olamayacağına inanırken, kimileri de bunu resim ve kaynaklarla doğrularken, Türk halkının kafasında “İsrail’de Atatürk büstü neden olur?” diye soru işaretleri oluşmaktadır. İsrail’de Atatürk Büstü Peki İsrail’de Atatürk büstü var mı ve üzerinde ne yazıyor? 🇮🇱 Yehud-Monosson’daki Atatürk Anıtı: 2007 yılında İsrail’in Yehud-Monosson şehrinde, Türkiye’den göç eden Yahudi toplumu tarafından kurulan Arkadaş Derneği’nin bahçesine dikilen bu büst, İsrail’deki Atatürk anıtlarından bir tanesidir. Altında şöyle yazıyor: "Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, Bütün Türk Milleti ve Türkiye’yi seven İsrail halkı sana ebediyen minnettar kalacaktır. ARKADAŞ" İsrail’de Atatürk Ormanı İsrail’de bir de Atatürk Ormanı bulunmaktadır. İsrail’in Kermil Dağı'nın güney kesiminde yer alan, adını Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ten alan bir dikili ormandır. Tel Aviv ile Hayfa arasında bulunan orman, 1953 yılında Türkiye'den gelen yahudiler tarafından çorak araziye dikildi. Orman, 1953 yılında İsrail'e göç eden Türk Yahudileri tarafından kuruldu. Çorak bir dağın üzerine ağaçlar dikildi. İsrail Devlet Başkanı Yitzhak Ben-Zvi ve Türkiye Büyükelçisi Şefket İstinyeli'nin de katıldığı ve her ikisinin o gün ormana ağaç diktiği bir açılış töreni düzenlendi. Tartışmalar ve Soru İşaretleri Sosyal medyada büyük tartışmalara ve kafa karışıklığına yol açan İsrail’deki Atatürk büstü ve Atatürk Ormanı, beraberinde pek çok soru işaretiyle sosyal medyayı meşgul etmeye devam ediyor. Atatürk’ün ölümünden 10 yıl sonra kurulan İsrail devleti ve İsraillilerin Mustafa Kemal Atatürk’e neden minnettar olduğu soruları da bu tartışmaların merkezinde yer alıyor. Sosyal medyadaki paylaşımın altına İsrail bayrağını koyan bir kullanıcının, “Biz İsrail devletini, Osmanlı zamanında Filistin cephesinde alay komutanı olarak görev alan Mustafa Kemal Atatürk’e borçluyuz.” yorumu ise tartışmalarla birlikte insanların kafalarındaki soru işaretlerini daha da artırdı. Biz Tevhid-i Efkar olarak o yorum sahibini şiddetle kınıyoruz. Çok ayıp etmiş.
Tarih 1931. Dünyanın en büyük, en lüks ve en pahalı yatı olan Savarona denize inmişti. Yatı sipariş veren ise bugünümüzün Bill Gates’in zenginliğinden kat kat zengin bir iş insanı olan Emily Roebling Cadwalader isimli kadındı.. Türkiye Cumhuriyetinin halkı her ne kadar süpürge tohumu yerse de, her ne kadar açlıktan kırılsa da bu trajik durumu Dolmabahçe Sarayındaki içkili, danslı, şaşalı balolarla resim vererek modern olduğumuzu izah edip halkın trajedisini örtebiliyorduk. Fakat balolarla olmayacaktı bu iş! Dünyanın en lüks yatına ihtiyacımız vardı. Sene 1934 Kılık Kıyafet kanununu çıkarılacaktı. Türkiye Cumhuriyetinde kendilerine büyük pay bulan Jön Türkler olarak isimlendirilen Yahudi tüccarlar bundan haberdardı ve kendi örf adetleri olan Şapkaları Türkiye’de satılacaktı. Bu nedenle Yahudi tüccarlar şapkaları daha önce hazırlamaya koyulmuşlardı ve günü geldiğinde karaborsa da satacaklardı. Neyse ki 1934 yılında Kılık kıyafet kanunu çıktı (Şapka devrimi) bu kafirlerin (düşmanlarımızın) şapkasıdır biz bunu giymeyiz diyenlere Allah rahmet eylesin on binlerce insan asıldı. Asılmak istemeyenler de haklıydı kabul ettiler ve bir şapkaya bir inek vererek hem kelesini kurtardı hem neslimizi kurtardı. Yahudi tüccarlar karaborsayı oluşturmuştu. Bir Şapkaya Bir İnek. İnek vermezse şapka alamayacak ve asılacak garibim atalarımız. Neyse bu iş tamamdı. Sahi nerde kalmıştık. Şimdi dünyanın en büyük, en lüks, en pahalı yatını hak etmedik mi şimdi biz? Zengin Yahudi’li, Hıristiyan’lı, Yunanlı, Ermenili böyle içkili şaşalı balolarla nereye kadar? Artık dünyanın en büyük, en lüks ve en pahalı yatı bizim Gazi beyin olmalıydı. Görüşmeler başlandı ve ne mutlu dünyanın en büyük, en lüks ve en pahalı yatı artık atamızındı. Ve bu Savarona yatı 1938 yılındaki 80 yaşında yamalı çiftçinin atası olan 57 yaşındaki Mustafa Kemal Atatürk’ün yatıydı. İçinde, hamamı ve altın kaplama küvetli banyosu olan Savarona yatı artık Paşanındı. Bütün Türk halkı derin nefes almıştı. Atatürk o kadar hasretti ki Savaronaya neredeyse 50 gün boyunca o yattan kara parçasına inmedi ve bütün misafirleri ve etkinlikleri orada devam ettirmeye başlamıştı. Artık dünyanın gözünde biraz daha büyümüştük. Ama ne yazık ki Atatürk hastalanınca doktorlar artık yattan inmesini ve Dolmabahçe Sarayında istirahat etmesi gerektiğini söylemişti ve öyle de oldu. Savarona yetim kaldı, öksüz kaldı. 🛳️ Savarona Yatı – Özellikleri ve Tarihçesi Yapım Yılı: 1931 Tersane: Blohm & Voss, Hamburg (Almanya) Sipariş Eden: Amerikalı milyoner Emily Roebling Cadwalader Uzunluk: Yaklaşık 136 metre Genişlik: 16 metre Ağırlık (Deplasman): 5.700 ton civarında Hız: Maksimum 18 knot (yaklaşık 33 km/saat) Menzil: Yaklaşık 9.000 deniz mili Malzeme: Gövdesi çelikten, iç dekorasyonu abanoz, maun ve mermer gibi lüks malzemelerden yapılmıştır. ⚓ Tarihi ve Atatürk Dönemi 1938 yılında Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından satın alınmıştır. Dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Savarona’yı kısa bir süreliğine resmî devlet yatı olarak kullanmıştır. Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’na geçmeden önce son günlerini geçirdiği yerlerden biridir. O dönemde gemi, dünya standartlarında en lüks ve teknolojik donanıma sahip yatlardan biriydi. 💠 Tasarım ve Donanım Geminin iç tasarımı Art Deco tarzındadır. 30’dan fazla lüks süit, sinema salonu, kütüphane, Türk hamamı, altın kaplamalı banyo küveti gibi detaylar bulunur. Döneminin en ileri deniz teknolojisiyle donatılmıştır. 2010’larda yapılan yenileme çalışmalarında yat tamamen restore edilmiştir; hem klasik görünümünü hem de modern güvenlik sistemlerini koruyacak şekilde güncellenmiştir. 🇹🇷 Sonraki Dönem Atatürk’ün vefatından sonra uzun süre kullanılmadı. 1950’lerde Türk Donanması tarafından eğitim gemisi olarak kullanıldı. 1979’da çıkan büyük bir yangında hasar gördü, daha sonra yeniden restore edildi. 1989 yılında iş insanı Kahraman Sadıkoğlu tarafından kiralanarak tamamen yenilendi. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’na ait olup, zaman zaman devlet misafirlerini ağırlamak veya uluslararası organizasyonlarda temsil aracı olarak kullanılmaktadır.
Unutulan Kahraman: Kara Fatma’nın Sessiz Çığlığı Milli Mücadele yıllarında cepheden cepheye koşan, hem savaşan hem de askerlerin yarasını saran, gerektiğinde kazan başında yemek pişirip gerektiğinde kurşun sıkan bir kadındı Fatma Seher. Nam-ı diğer Kara Fatma… Atatürk'ün dahi adını anmadan geçmediği bu kadın kahraman, ne yazık ki cumhuriyetin ilerleyen yıllarında unutuldu. Ve daha da acısı, ömrünün son demlerinde açlık ve yokluk içinde bir Rus kilisesinin köhne bir odasında yaşamak zorunda bırakıldı. Her yıl adı tekrar tekrar anılır Kara Fatma'nın. Ama çoğu zaman sadece bir sembolden ibarettir artık onun adı; ardındaki trajik gerçeklik ise kulak ardı edilir. 2 Temmuz 1955'te hayata gözlerini yuman bu kahramanla ilgili, tarihçi Mustafa Armağan’ın 2007 yılında yazdığı yazı bir kez daha gündeme geldi. Yazıda yer alan bir detay, yürek burkan hakikati gözler önüne seriyordu: “Kara Fatma’yı Rus kilisesine muhtaç edenler utansın!” 1930’lu yılların Yedigün dergisinde yer alan bir röportajda, yaşlı bir kadının hüznü yansır sayfalara. Fotoğraftaki o silik, iki büklüm olmuş kadın başta tanıdık gelmez. Ancak gözlerindeki derinlik ve bir cümleyle gelen tokat gibi gerçek insanı sarsar: “Açlığımı kimseye belli etmemek için odama kapanır, ağlarım.” O kadın, evet, Kurtuluş Savaşı’nın destansı kahramanı Kara Fatma’dır. Oysa kim derdi ki düşmanı dize getiren, nice cephede yaralanan, yüce gönüllülüğüyle devletin bağladığı maaşı bile Kızılay’a bağışlayan bu kadın, bir gün açlıktan gözyaşlarını yastığına akıtarak uyuyacak? Fatma Seher Hanım, eşi Binbaşı Derviş Bey’le birlikte önce Balkanlar’da, ardından Kars ve Edirne cephelerinde düşmana karşı savaşmıştı. Mütareke döneminde eşini kaybettikten sonra tek başına Anadolu’ya geçmiş, Mustafa Kemal Paşa ile Sivas’ta görüşüp cepheye yeniden dönmüştü. İzmit’ten Düzce’ye, İznik’ten Adapazarı’na kadar gönüllü birlikler toplamış, Yunan kuvvetlerine baskınlar düzenlemiş, gazilere moral olmuştu. 1923'e kadar adı gazetelerde sık sık anılmış, cesaretiyle dillere destan olmuştu. Ancak bu efsane kadın, Cumhuriyetin ilk yıllarında gözlerden yavaş yavaş silindi. 1933 yılında İstanbul Galata’daki bir Rus manastırının ikinci katındaki daracık bir odada sefalet içinde yaşıyordu. Kapısını çalan gazeteciye torunları için iş aradığını, kapıcılık ya da çöpçülük dahi olsa razı olduğunu söylemişti. Ama kimse ona iş vermemişti. Kızının savaşta parmakları kopmuş, sonra aklını kaybetmişti. Torunlarına bakan, karnını komşularının yemek artıklarıyla doyuran Kara Fatma, soğuk bir mangalın başında tahta bir sedirde uyuyordu. Ama göğsünde hâlâ İstiklal madalyası duruyordu. “Açım ama şerefliyim” diyordu. İşte bu cümle, hem bir milletin kahramanına duyduğu vefasızlığın hem de bir kadının dimdik duruşunun özetiydi. Bugün onun adı ders kitaplarında geçse de, mezarını bile arayıp soran çok azdır. Kara Fatma yalnızca savaş meydanlarının değil; aynı zamanda "unutulmuşluk" karşısında onurla direnen yüreklerin de simgesidir artık. Torunları dilenmektedir Aç ama şerefli kadın ağlamaya başlar o sırada. Ağlarken anlatır, anlatırken ağlar: – Bazen çocukların elinden tutuyor, ‘Şu yetimler aç kalmış, ölecekler’ diye nineleri olduğumu sezdirmeden onlar için yardım toplamaya çıkıyorum. Ne yapayım, siz söyleyin! Muhabirin aklına torunlarının nerede olduğunu sormak gelir. Sokaktadırlar; birazdan geleceklerdir. Dilenmekten dönerken birinin avucunda 100, diğerininkinde 60 para olacaktır. “Al nine” derler, “hiç harcamadık, olduğu gibi sana getirdik. Bir çay pişiremez misin bunlarla? Ekmek batırıp da beraber yiyelim.” Torunlarıyla birlikte dilenen bu Kara Fatma portresine alışık olmayan yüreğiniz hop oturup hop kalktı, biliyorum ama gerçeğin yüzü bazen böylesine acımasız ve soğuktur. Tek Parti dönemini perişanlıklarla geçiren Kara Fatma 1944’te (69 yaşında) yeniden hatırlanıp Defterdarlık’ta bir işe yerleştirilen Kara Fatma, 1954 yılına gelindiğinde artık 79 yaşındadır ve yine sefil bir vaziyette İstanbul’da bir kulübede tek başına yaşamaktadır. Tek Parti dönemini perişanlıklarla geçiren Kara Fatma’ya doğru dürüst bir maaş ne zaman bağlanmıştır bilir misiniz? Demokrat Parti devrinde, 22 Şubat 1954’te. Ancak özel bir kanunla kendisine ‘ömür boyu’ 170 lira maaş bağlanan Kara Fatma’nın ömrü bu maaşı yemeye yetmeyecek ve ertesi yıl Erzurum’da hayata gözlerini yumacaktır. Sağlığında bir gazeteciye, “Göğsümde bir şarapnel parçası var. Acı veriyor.” demişti. Tarihimizin göğsündeki şarapneller ne olacak Fatma teyze, sen söyle?