Brand logo light

Tarihten Haberler

Mustafa Kemal Atatürk'e ait olmayan sözler

Eğitim Sistemimizde Gerçeklik Krizi: Atatürk Söylemleri ve Toplumsal Algı Uzun yıllar boyunca Türkiye’deki eğitim kurumlarında, özellikle de ilkokul ve ortaokul düzeyindeki sınıflarda, öğrencilere Atatürk’e ait olduğu iddia edilen ancak kaba tabirle “çalıntı” TDK tabiriyle ise “aşırma” diye nitelenen başkasına ait olduğu halde bunu kendine mal etmek gibi birçok söz ve düşünce aktarıldı. Bu sözlerin birçoğu, sorgulanmaksızın ders kitaplarında yer aldı; sınıfların duvarlarını süsleyen panolarda sergilendi, okulların duvarlarına ve büstlere yazıldı. Ancak zaman geçtikçe, bu sözlerin hepsinin Atatürk’e ait olmadığı, hatta başka düşünürlerden veya liderlerden alıntılandığı ortaya çıkmaya başladı. Bu durum, kamuoyunda hem bir şaşkınlık hem de bir güven bunalımına neden oldu. Bugün geldiğimiz noktada, toplumun çeşitli kesimlerinden insanlar —özellikle de genç kuşaklar— sosyal medya üzerinden bu durumu yüksek sesle sorguluyor. "Türk halkı neden kandırıldı?" sorusu artık sadece münferit bir tepki değil; yaygın ve sistematik bir rahatsızlığın ifadesi hâline gelmiş durumda. Eğitim sisteminin temel görevi bilgi aktarmak, doğruları öğretmek iken; neden tarihsel gerçeklikten sapmalarla dolu bir içerikle karşı karşıya bırakıldığımız sorusu haklı olarak gündemdeki yerini koruyor. Burada esas tartışılması gereken mesele, bu tür yanıltıcı bilgilerin kasıtlı bir ideolojik inşa sürecinin parçası olarak ne amaçlanmaktaydı? Amaçlanan her neyse sonuç olarak toplumun güvenini zedeleyen, bireylerde tarihsel şüphe uyandıran bir boşluk yaratmaktadır. Toplumun bilgiye daha hızlı ve doğrudan ulaşabildiği günümüzde, bu tür çelişkiler ve tespitler daha görünür hâle gelmiştir. Halk dilindeki bir atasözü ile anlamlandıracak olursak “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” deyimi ortaya çıkmaktadır. Artık gençler sadece öğretmenlerinden veya ders kitaplarından değil; arama motorlarından, dijital arşivlerden, uluslararası kaynaklardan da yararlanarak kendi doğrularını arıyor. Bu ise eğitim kurumlarının sorumluluğunu artırmaktadır. Eğitim sisteminin temel taşlarından biri olan tarih eğitimi, sadece bir ulusun geçmişini öğretmekle kalmaz; aynı zamanda bireyin zihinsel özgürlüğünü, eleştirel düşünme yeteneğini ve ahlaki pusulasını da şekillendirir. Bu nedenle, aktarılan her bilginin doğruluğu, kaynağı ve bağlamı büyük önem taşır. Uydurma ya da doğrulanmamış ifadelerin "mutlak gerçek" olarak sunulması, bireyin bilgiye ve kurumsal yapıya olan inancını sarsar. Sonuç olarak, eğitim sisteminin doğruluk ilkesi üzerine yeniden yapılandırılması, sadece pedagojik değil; aynı zamanda etik bir zorunluluktur. Eğitimde güveni yeniden inşa etmek için, şeffaflıkla hareket eden, kaynak gösteren, araştırmaya dayalı ve eleştirel düşünceyi teşvik eden bir anlayışa ihtiyaç vardır. İŞTE ATATÜRK’E AİT OLDUĞU ZANNEDİLEN O SÖZLER; Adalet mülkün temelidir; Bu söz HZ. Ömer’e aittir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir; Bu söz Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau’ya aittir. Köylü milletin efendisidir; Bu söz Kanuni Sultan Süleyman’a aittir. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur; Engellilere hakaret bir sözdür ve bu söz Juvénal’e aittir. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir-fendir; HZ. Ali’ye aittir. Ya İstiklal ya Ölüm; Şeyh Şamil’e aittir.

Admin Kasım 18, 2025 0
Zıplamayan Tayyipçi Ritüeli

Gündem

Zıplamayan Tayyipçi Ritüeli ile Verilen Mesaj Nedir?

Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinden bu yana, Orta Doğu’nun kaderini derinden etkileyen en önemli olaylardan biri Filistin topraklarının işgalidir. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı topraklarını paylaşma planının bir parçası olarak, bölgedeki bazı iş birlikçi unsurların da yardımıyla Filistin’i fiilen işgal etmiş ve bu bölgeye sistematik şekilde Yahudi yerleşimlerini başlatmıştır. Bu süreç, 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlanmış; ancak bu tarihten günümüze kadar bölgede dinmeyen bir kan ve gözyaşı süreci yaşanmıştır. Filistin topraklarında yaşanan çatışmaların merkezinde yalnızca toprak meselesi değil, aynı zamanda emperyal güçlerin çıkar hesapları ve bölgeyi şekillendirme politikaları da yer almaktadır. İsrail Devleti’nin kuruluşundan itibaren izlediği politika, Filistinlilerin varlığını yok sayan, onları göçe ve katliamlara mecbur bırakan bir yapıda olmuştur. 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan saldırılar ise, bu tarihsel sürecin en kanlı örneklerinden birini oluşturmuştur. İsrail, bu tarihten itibaren kadın, çocuk ve yaşlı demeden binlerce sivilin hayatına kastetmiş, uluslararası hukuk ve insan hakları normlarını açık biçimde ihlal etmiştir. Bu durum, modern tarihin en büyük sivil katliamlarından biri olarak nitelendirilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 7 Ekim sonrasında yaşanan bu trajediye karşı uluslararası kamuoyuna açık ve net mesajlar vermiştir. Erdoğan, Hamas’ı bir terör örgütü olarak değil, Filistin halkının meşru savunma gücü ve siyasi temsilcisi olarak değerlendirdiğini ifade etmiştir. Bu açıklamalar, Batılı ülkelerdeki İsrail yanlısı lobilerin tepkisini çekmiş; Türkiye içinde de bazı kesimler tarafından eleştirilmiştir. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Filistin davasına olan desteğini kararlılıkla sürdürmüş, “iki devletli çözüm” vurgusunu her platformda dile getirmiştir. İsrail ise bu süreçte Türkiye’ye karşı doğrudan ve dolaylı mesajlar vermeye devam etmiştir. PKK, DAEŞ, Suriye Demokratik Güçleri (SDK) gibi örgütler üzerinden Türkiye’ye yönelik tehditler artırılmış; aynı zamanda medya, ekonomi ve siyaset alanlarında çeşitli manipülasyon girişimlerinde bulunulmuştur. Bu strateji, Türkiye’nin Orta Doğu’daki bağımsız politikalarını baltalamaya yönelik uzun soluklu bir girişim olarak değerlendirilebilir. Zıplamayan Tayyipçi hakaretleri ile Yahudi Ritüeli. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Libya’ya, Suriye’ye, Azerbaycan’a nasıl girdiysek oraya da gireriz” sözleri, Türkiye’nin gerektiğinde askeri ve diplomatik gücünü Filistin meselesinde de kullanabileceğine işaret eden güçlü bir mesaj olarak algılanmıştır. Bu açıklamanın ardından İsrail’in, Türkiye’deki bazı siyasi hareketler aracılığıyla dolaylı mesajlar verdiği iddia edilmiştir. Özellikle ana muhalefet partisi CHP’nin bazı söylemleri ve sokak eylemleri, bu bağlamda dikkat çekici bulunmuştur. Kamuoyunda “zıplama eylemi” olarak bilinen, Yahudi dini ritüelleriyle CHP seçmeninin “Zıplamayan Tayyipçi” sloganları eşliğinde zıplayarak Tayyip Erdoğan’a ve ailesine küfür etmesi gibi bazı protesto biçimleri, toplumsal hassasiyetleri derinden etkilemiş ve bu olaylar Türkiye iç siyasetinde geniş yankı uyandırmıştır. İsrail terör devleti ve hükümeti açık, açık CHP ve Seçmeni üzerinden Türkiye devletine, hükümetine ve milletine böylece “Zıplama” gibi Yahudi dini ritüelleri üzerinden mesaj vermeye mi çalıştı? Türkiye’de Türk isimleri altında kendini gizleyen on binlerce Türk vatandaşı siyonist Yahudiler, Türk devletine ve milletine meydan okumaktan vazgeçmeyecekler mi? Sorularını sürekli akıllarda canlı tutmaktadır. Sonuç olarak, Filistin meselesi üzerinden İsrail’i sürekli mağdur bir devlet gibi gören ve Hamas’a terör örgütü diyen CHP ve CHP yandaşı Filistin’e düşmanlıklarıyla bilinen bazı medya mensupları, gazeteciler ve ölen on binlerce Filistinli kadın ve çocuklar için tek kelime bile etmeyen, İsrail’i kınamayan bazı ünlülerin de bu saldırıları ve duyarsızlığı akıllara çok derin soru işaretleri de beraberinde getirmektedir.

Admin Kasım 18, 2025 0
Mustafa Kemal Atatürk Manevi Kızı Ülkü'ye Bira İçirirken

Tarihten Haberler

Atatürk 5 yaşındaki manevi kızı Ülkü’ye böyle bira içirmiş

Tarihçi Yazar Mustafa Armağan'dan Gündem Yaratacak Video: Ülkü Adatepe'nin Şaşırtıcı İtirafı! Tarihçi ve yazar Mustafa Armağan, sosyal medya hesabı Twitter üzerinden oldukça dikkat çekici bir videoyu takipçileriyle paylaştı. Geniş yankı uyandıran bu paylaşımda, Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe'nin yer aldığı ve daha önce pek dikkat çekmemiş olan bir TRT röportajının görüntüleri bulunuyor. Söz konusu video, Ülkü Adatepe'nin Atatürk hakkında yaptığı şaşırtıcı bir açıklamayı gündeme taşıyor. Görüntülerde Ülkü Adatepe'nin Ağzından Duyulan Beklenmedik Sözler Mustafa Armağan’ın paylaşımıyla bir anda sosyal medya kullanıcılarının ilgi odağı haline gelen videoda, 2012 yılında geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeden Ülkü Adatepe'nin, yıllar önce devlet televizyonu TRT’ye verdiği bir röportajda sarf ettiği sözler ekranlara geliyor. Röportajda, Atatürk ile çocukluk yıllarına ait anılarını anlatan Adatepe, pek çok kişinin gözünden kaçan çarpıcı bir itirafta bulunuyor. Ülkü Adatepe: "Atatürk Bana Bira İçirdi" Ülkü Adatepe, TRT ekranlarında yayınlanan röportajında bir fotoğraf albümünü gösterirken, yaklaşık beş yaşlarında olduğu dönemde Atatürk’le birlikte çekilmiş bir fotoğrafa işaret ediyor. Bu özel karede, Atatürk ile birlikte bira fabrikasında bulunduklarını belirtiyor. Daha da dikkat çekici olan açıklama ise, Atatürk'ün o sırada kendisine bira içirdiğini ifade etmesi. Daha Önce De Gündeme Gelmişti, Ancak Göz Ardı Edilmişti Adatepe’nin söz konusu fotoğrafı daha önce bazı tarihçiler tarafından da gündeme taşınmıştı. Ancak iddia, kamuoyunun büyük kesimi tarafından fazla dikkat çekmemiş ve kimi çevrelerce inandırıcı bulunmayarak yalanlanmıştı. Mustafa Armağan’ın bu videoyu yeniden dolaşıma sokması, tartışmaları tekrar alevlendirdi. Bu yeni gelişme, Atatürk’ün özel hayatına dair geçmişte yapılan yorum ve eleştirilerin yeniden tartışmaya açılmasına neden olabilir gibi görünüyor. Ülkü Adatepe'nin itiraflı videosu sonrası sosyal medyada infial oluştu ve Türk gençleri küçücük bir kıza nasıl bira içirilir gibi yorumlarda bulundu ve dorgulanmaya sebebiyet oluştu.

Admin Kasım 19, 2025 0

Tarihten Haberler

Daha fazla görüntüle
Atatürk'ün İspanyol Yahudisi olduğu iddiası
Admin Kasım 20, 2025 0

Osmanlı'dan bugüne kadar tartışmalı bir dinî azınlık olan Yahudilik. Şemsi Efendi, asıl ismi (Şimon Zvi)’nin torunu Ilgaz Zorlu’nun itirafları Yahudileri toplayıp eğiten ve aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün de hocası da olan Şemsi Efendi, asıl ismi (Şimon Zvi)’nin torunu Ilgaz Zorlu, Türkiye’deki Yahudileri, Sebataycıları ve faaliyetlerini anlatıyor. Osmanlı'dan günümüze dek sürekli tartışma konusu olan, haklarında çeşitli iddialar ileri sürülen bu dinî azınlık ve onların gizemli yoluna ait ritüeller, ilk dönemlerinde olduğu gibi bugün de merak uyandırmaya devam ediyor. Asıl meseleyi ilginç hâle getiren ve tartışmaların odağında tutan şey ise, bu grubun takındığı "özel" ve sır dolu tutumdur. Tarih boyunca ne tam anlamıyla Yahudi oldular, ne de dışarıya yansıttıkları şekilde gerçek bir Müslüman kimliğine büründüler. Kendi iç dünyalarında sürdürdükleri gizli ve sembolik ritüellerle, Kabala merkezli, mesihçi bir Yahudi cemaati olarak varlıklarını korudular. Görünürde yok gibi olsalar da, farklı bir boyutta aktif olarak yaşamlarını sürdürdüler. Buna rağmen bu yapıların varlığına dair tartışmalar bugüne dek süregeldi. "Selanikliler", "Dönmeler" ya da özgün adlarıyla "Sabetaycılar" hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar mı? Bu soruya Yahudi cemaatinden ve Hahambaşılıktan bugüne dek net bir yanıt verilmedi; verilmek de istenmedi. Görüşlerine başvurduğumuz Musevî toplumunun önde gelen isimleri bu yapıyı ya reddediyor ya da yok saymayı tercih ediyor. Üstelik artık böyle bir cemaatin işlevini kaybettiğini ve toplum içindeki etkinliğinin kalmadığını da özellikle vurgulama gereği hissediyorlar. Mustafa Kemak Atatürk'ün Sabetayist hocası Yahudi Şimon Zvi Mezarı Üç buçuk asırlık sır perdesini yırtan kitap Peki, 1666 yılından bu yana süregelen bu inkâr ve yok sayma tavrı daha ne kadar devam edebilirdi? Nitekim devam etmedi. Sabetaycı yapının içinden çıkan Ilgaz Zorlu, yazdığı kitapla bu örtüyü yırtarak tüm ezberleri bozdu. Zorlu’nun kitabının başlığı adeta meydan okuyordu: "Evet, Ben Selanikliyim - Türkiye Sabetaycılığı". Kitap yayımlandıktan kısa süre sonra geniş çevrelerde konuşulmaya başlandı. Herkesin merak ettiği soru ise şuydu: Bu kişi kimdi ve Türkiye’nin en büyük tabularından biri olan bu konuda nasıl böyle açık yürekli bir eser kaleme alabilmişti? Üç yüz yılı aşkın süredir bozulmadan korunan bu gizlilik geleneğini niçin sorgulama gereği duymuştu? Ilgaz Zorlu’nun içeriden biri olarak yazdıkları, yıllardır M. Ertuğrul Düzdağ ve M. Şevket Eygi gibi yazarların köşelerinde dile getirdiği iddiaları büyük ölçüde teyit eder nitelikteydi. Bu veriler gösteriyor ki, Sabetaycılar geçmişte olduğu gibi bugün de bilinçli ve sistemli bir şekilde varlıklarını sürdürmeye devam etmektedir. Gerçek rahatsızlık: Kimlik çelişkisi Aslında Sabetaycı cemaatin varlığı, ne Yahudiler ne de Müslümanlar açısından doğrudan bir tehdit unsuru değildir. Meseleyi rahatsız edici kılan unsur; içten başka, dıştan başka görünmek, yani İslami terminolojiyle "münafıklık" sayılabilecek bir tavır alışıdır. Ilgaz Zorlu da, içinde yaşadığı bu ikiyüzlü yapıyı sorgulamaktadır. Tarih boyunca Sabetaycılar, Yahudilerin içimizdeki temsilcileri gibi algılanmış; son yüzyılda ise Batılılaşma sürecinin birçok temel hamlesinin arkasında etkin roller üstlendikleri düşünülmüştür. Mason localarında önemli pozisyonlar elde etmiş, dışarıdan Müslüman isimlerle anılsalar da iç dünyalarında farklı inanç çizgilerini takip etmişlerdir. Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşanan ilk açık tartışma Sabetaycılık hakkındaki ilk ciddi ve aleni tartışma 1924-1925 yıllarında yaşanmıştı. Selanikli Karakaşzâde Mehmed Rüşdü’nün ifşaatlarıyla başlayan bu tartışma, bir yıl sonra Rüşdü’nün tüm söylediklerini geri çekmesiyle sonuçlanmıştı. Ancak yaklaşık yetmiş yıl sonra Ilgaz Zorlu’nun kitabı, Karakaşzâde’ninkilerle kıyaslanamayacak derecede samimi ve kapsamlı açıklamaları içeriyor. Görünen o ki, 332 yıldır süregelen sır perdesi bu eserle büyük ölçüde aralanmış, ve bu konu artık ciddi akademik araştırmalara zemin hazırlayabilecek bir seviyeye ulaşmıştır. İçeriden gelen bir itiraf Şemsi Efendi’nin altıncı kuşaktan torunu olan Ilgaz Zorlu, 1969 yılında İstanbul’da doğmuştur. Kitabında, yaşanan bu ikiyüzlülüğün artık sona ermesi gerektiğini ve cemaatin dışa açılmasının bir zorunluluk olduğunu ifade etmektedir. Zorlu’nun eserinin kapağında, Meleklerin âhir zamanda döneceğine inanılan Sabetay Sevi’ye mesihlik tacı takıldığına dair bir gravür yer almaktadır. Eserde, "Sabetaycılık ve Yahudilik", "Sabetaycılık ve Osmanlı mistisizmi", "Sabetaycılık ile Masonluk ve Kabala'nın mistik evreni" gibi başlıklar altında derinlemesine incelemeler bulunmaktadır. Yazarı göz önüne alındığında, bu konulara ilgi duyan herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap olduğu açıktır. 500. Yıl Vakfı yöneticisinin çarpıcı açıklamaları Bu konuyla ilgili en dikkat çekici gelişmelerden biri, haftalık Aksiyon dergisinin 181. sayısında yaşandı. 500. Yıl Vakfı’nın önde gelen isimlerinden Harry Ojalvo, dergiye verdiği röportajda 350 yıllık sessizliği bozarak Türkiye’de yaklaşık bir buçuk milyon Sabetaycı bulunduğunu dile getirdi. Ojalvo şöyle diyordu: “Yahudi kökenli olarak Sabetay Sevi devrinden gelmeyiz. Mesela bugün Dışişleri Bakanı olan İsmail Cem İpekçi de Sebati’dir. Coşkun Kırca da öyle. Pek çok kişi vardır. Hatta çoğu kişi ‘sen oradan gelmiyor musun?’ dediğinde, kendisi bile farkında değildir. Ama bu öyle bir kök ki, gizlenemez. Her şey ortadadır.” (Aksiyon, 23-29 Mayıs 1998, sayı: 181, s. 13) Ilgaz Zorlu ile kitabı ve kişisel deneyimi hakkında gerçekleştirdiğimiz söyleşi gösteriyor ki, bu kitap sadece bir iç hesaplaşma değil; aynı zamanda Türkiye’de uzun yıllardır konuşulamayan bir konunun gündeme taşınması anlamına geliyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün İsrail'deki büstlerinden bir tanesi.

Türkiye'yi Yahudiler mi Kurdu?
Türkiye Yahudi Devleti Olarak Mı Kuruldu? Atatürk Sabetayist miydi?
Admin Kasım 20, 2025 0

Türkiye Yahudi Devleti Olarak Mı Kuruldu? Atatürk Sabetayist miydi? Türk Yahudisi ve aynı zamanda İsrail vatandaşı Erroll Gelardin, katıldığı bir programda çarpıcı iddialarda bulundu: “20. asırda dünyada üç Yahudi devleti kuruldu. Rusya, Türkiye ve İsrail.” Bu sözler yalnızca tartışma yaratmakla kalmadı; aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün de Sabataycı olduğunu iddia ederek gündemi sarstı. Gelardin’in bu açıklamalarının ardında ne var? Türk halkının ihanete uğradığını mı anlatmak istiyor, Türkiye’de Yahudilerin gücünü mü ima ediyor, yoksa tarihî bir ifşaat mı yapıyor? Sosyal medyada öne çıkan yorumlar, iddiaların ciddiyetini gösteriyor: “Mustafa Kemal neden Yahudi okulunda okutuldu.” “Hocası neden Yahudi Şimon Zvi (Şemsi Efendi) idi?” “Mustafa Kemal, Yahudi Reşit Galip’i Tıpçı olmasına rağmen neden 1925’te mebus, İstiklal Mahkemesi üyesi, Türk Ocakları Reisi, Türk Tarih Kurumu Genel Sekreteri, Türk Dil Kurumu Başkanı ve Eğitim Bakanı yaptı. Neden cumhuriyet ilanı sonrası Türkiye’ye yüzbinlerce Yahudi getirtildi ve Türk isimleri verilerek devletin her kritik yerlerine yerleştirildi” gibi sorular sorulmaya başlandı. Bu yorumlar, Gelardin’in sözlerinin sosyal medyada nasıl yankı bulduğunu gösteriyor. Tartışmalar sadece yorumlarla sınırlı kalmadı; kamuoyunda büyük soru işaretleri oluştu. Buradan hareketle, tarihçilerimiz ve etkili yetkililerin bu iddialara belgelerle açıklık getirmesi elzemdir. Müspet ya da menfi, her türlü belge kamuoyuna sunulmalıdır. Çünkü Türkiye, İslam’ın sancaktarlığını yapmış bir millettir ve bu milletin geçmişi hakkında net bilgilerle aydınlanması, geleceğe güvenle bakabilmesi açısından hayati öneme sahiptir. Gelardin’in sözleri, sadece bir iddia değil; Türk tarihinin kritik bir dönemiyle ilgili ciddi bir sorgulamayı gündeme taşıyor. Bu nedenle, tarihî belgelerin ortaya konulması ve halkın doğru şekilde bilgilendirilmesi bir zorunluluktur. Eğer doğruysa “Türkiye’yi, Atatürk ile beraber Sabataycılar kurdu” demek, son yüzyılda milletimiz, yanlış tarih anlayışıyla uyutuldu demektir. Eğer söyleneler doğruysa, Siyonistlerin  “Arzı Mev’ut (Vadedilmiş Topraklar)” planlarının tam ortasında bir ülke ve milletiz demektir…   SABATAYCILIK NE DEMEK? İspanya’daki baskıdan kaçan Yahudilerin, Osmanlı topraklarına kabul edilişinden sonra oluşan bir dini inançtır… Yahudi topluluklarının geçmişte yaşadıkları sosyo-politik acılarının son bulacağı inancı doğrultusunda, Yahudi din adamı Sabetay Sevi (1626-1676), Tanrı tarafından gönderilen ilahi bir kurtarıcı olduğu iddiasıyla sözde Müslümanlık üzerine belirlediği prensiplerle ‘Dönmelik’ mezhebini kurmuştur. Daha sonra bir sürü sapık sapkın faaliyetlere girmiş ve ardından amacının Yahudileri hareketlendirip bir Yahudi devletini kurulması olduğunu itiraf etmiştir. Sabetay Sevi’nin asıl amacının Yahudileri başka kimliklere büründürüp bu kimlikler altında Yahudileri devletlerin kadrolarına, devlet ve askeriye gibi yerlere yerleşmesini sağlayıp sistematik bir şekilde hayallerindeki Yahudi devleti olan İsrail’in kurulmasına aracılık ve elçilik etmekti. Sabetaycılar ise Sabetay Sevi’nin bu ideolojisini ilham alarak devletlerin kadrolarına sızarak bu eylemi gerçekleştirmeyi ve İsrail devletinin kurulmasına aracılık ve öncülük etmeyi benimsediler. Sabetaycılar böylece devletlerin idarelerine ve askeriyesine sızarak ya hayallerindeki İsrail devletini kurulması istenecekti ya da o devleti içten içe çökerterek kendileri yapacaktı bu işi.

Mustafa Kemal Atatürk'ün Dünyanın En Büyük ve Lüks Yatı Savarona
Admin Kasım 19, 2025 0

Tarih 1931. Dünyanın en büyük, en lüks ve en pahalı yatı olan Savarona denize inmişti. Yatı sipariş veren ise bugünümüzün Bill Gates’in zenginliğinden kat kat zengin bir iş insanı olan Emily Roebling Cadwalader isimli kadındı.. Türkiye Cumhuriyetinin halkı her ne kadar süpürge tohumu yerse de, her ne kadar açlıktan kırılsa da bu trajik durumu Dolmabahçe Sarayındaki içkili, danslı, şaşalı balolarla resim vererek modern olduğumuzu izah edip halkın trajedisini örtebiliyorduk. Fakat balolarla olmayacaktı bu iş! Dünyanın en lüks yatına ihtiyacımız vardı. Sene 1934 Kılık Kıyafet kanununu çıkarılacaktı. Türkiye Cumhuriyetinde kendilerine büyük pay bulan Jön Türkler olarak isimlendirilen Yahudi tüccarlar bundan haberdardı ve kendi örf adetleri olan Şapkaları Türkiye’de satılacaktı. Bu nedenle Yahudi tüccarlar şapkaları daha önce hazırlamaya koyulmuşlardı ve günü geldiğinde karaborsa da satacaklardı. Neyse ki 1934 yılında Kılık kıyafet kanunu çıktı (Şapka devrimi) bu kafirlerin (düşmanlarımızın) şapkasıdır biz bunu giymeyiz diyenlere Allah rahmet eylesin on binlerce insan asıldı. Asılmak istemeyenler de haklıydı kabul ettiler ve bir şapkaya bir inek vererek hem kelesini kurtardı hem neslimizi kurtardı. Yahudi tüccarlar karaborsayı oluşturmuştu. Bir Şapkaya Bir İnek. İnek vermezse şapka alamayacak ve asılacak garibim atalarımız. Neyse bu iş tamamdı. Sahi nerde kalmıştık. Şimdi dünyanın en büyük, en lüks, en pahalı yatını hak etmedik mi şimdi biz? Zengin Yahudi’li, Hıristiyan’lı, Yunanlı, Ermenili böyle içkili şaşalı balolarla nereye kadar? Artık dünyanın en büyük, en lüks ve en pahalı yatı bizim Gazi beyin olmalıydı. Görüşmeler başlandı ve ne mutlu dünyanın en büyük, en lüks ve en pahalı yatı artık atamızındı. Ve bu Savarona yatı 1938 yılındaki 80 yaşında yamalı çiftçinin atası olan 57 yaşındaki Mustafa Kemal Atatürk’ün yatıydı. İçinde, hamamı ve altın kaplama küvetli banyosu olan Savarona yatı artık Paşanındı. Bütün Türk halkı derin nefes almıştı. Atatürk o kadar hasretti ki Savaronaya neredeyse 50 gün boyunca o yattan kara parçasına inmedi ve bütün misafirleri ve etkinlikleri orada devam ettirmeye başlamıştı. Artık dünyanın gözünde biraz daha büyümüştük. Ama ne yazık ki Atatürk hastalanınca doktorlar artık yattan inmesini ve Dolmabahçe Sarayında istirahat etmesi gerektiğini söylemişti ve öyle de oldu. Savarona yetim kaldı, öksüz kaldı.   🛳️ Savarona Yatı – Özellikleri ve Tarihçesi Yapım Yılı: 1931 Tersane: Blohm & Voss, Hamburg (Almanya) Sipariş Eden: Amerikalı milyoner Emily Roebling Cadwalader Uzunluk: Yaklaşık 136 metre Genişlik: 16 metre Ağırlık (Deplasman): 5.700 ton civarında Hız: Maksimum 18 knot (yaklaşık 33 km/saat) Menzil: Yaklaşık 9.000 deniz mili Malzeme: Gövdesi çelikten, iç dekorasyonu abanoz, maun ve mermer gibi lüks malzemelerden yapılmıştır. ⚓ Tarihi ve Atatürk Dönemi 1938 yılında Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından satın alınmıştır. Dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Savarona’yı kısa bir süreliğine resmî devlet yatı olarak kullanmıştır. Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’na geçmeden önce son günlerini geçirdiği yerlerden biridir. O dönemde gemi, dünya standartlarında en lüks ve teknolojik donanıma sahip yatlardan biriydi. 💠 Tasarım ve Donanım Geminin iç tasarımı Art Deco tarzındadır. 30’dan fazla lüks süit, sinema salonu, kütüphane, Türk hamamı, altın kaplamalı banyo küveti gibi detaylar bulunur. Döneminin en ileri deniz teknolojisiyle donatılmıştır. 2010’larda yapılan yenileme çalışmalarında yat tamamen restore edilmiştir; hem klasik görünümünü hem de modern güvenlik sistemlerini koruyacak şekilde güncellenmiştir. 🇹🇷 Sonraki Dönem Atatürk’ün vefatından sonra uzun süre kullanılmadı. 1950’lerde Türk Donanması tarafından eğitim gemisi olarak kullanıldı. 1979’da çıkan büyük bir yangında hasar gördü, daha sonra yeniden restore edildi. 1989 yılında iş insanı Kahraman Sadıkoğlu tarafından kiralanarak tamamen yenilendi. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’na ait olup, zaman zaman devlet misafirlerini ağırlamak veya uluslararası organizasyonlarda temsil aracı olarak kullanılmaktadır.

Açlık ile Pençeleşen Türk Halkına Kedi Eti Yiyin Dendi
Admin Kasım 19, 2025 0

Bakın bakalım 1923 ile 1950 yılları arasındaki aç kalmış Türk halkına 1929 yılında ne tavsiye edildi. Müslüman Türk devleti (Devleti Aliye) ismiyle bilinen Osmanlı imparatorluğu yıkıldığında dünya derin bir nefes aldı. Kutlamalar yapıldı, törenler düzenlendi, Avrupa ve batı üç gün boyunca bayram kutladı.. Bu süreçte bütün Avrupa ve diğer batı devletler ve devlet liderleri büyük kahraman Mustafa Kemal’i tebrik etmişti. Dünyadaki kutlamalar bitmiyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’ye getirilen ve Türk ismi verilen yüzbinlerce Yahudiler ve diğer gayrimüslimler de bu büyük sevince ve mutluluğa ortak oldular. Hatta Yunanistan liderleri ve onun gibi birçok büyük dünya liderleri Mustafa Kemal’i yerinde tebrik etmek için aileleriyle birlikte gelmişlerdi. Balolar düzenlenmişti ve birbirlerinin eşlerinin kollarına girip karşılıklı iltifatlarda bulunup danslar yapıldı ve birbirlerine en samimi şekilde yakından temas etme ve etkileşimde, iletişimde bulunma fırsatına nail olmuşlardı. Yapılan balolarda, Yahudiler, Hıristiyanlar, Ermeniler ve Rumlar çok mutluydu. Özgürlük vardı, Moda vardı. Osmanlıdan kalma Türk milleti ise ne yazık ki çağdışı kaldığı için güya.. Neymiş, aç kalmış. Tok olmak senin neyine? Git kedi ye, at eti ye, eşek eti ye, hayvan leşi ye.. Ama bunu onlara bir şekilde anlatmak lazımdı. Sokaklarda kedileri toplayın kesin yiyin demeleri gerekirdi. Neymiş, kazançlarının yarısından fazlasına devlete vergi olarak veriyorlarmış, aç kalıyorlarmış. Sesli düşünce; Sahi kendilerine kedi yiyin, hasta atları, eşekleri, leşleri yiyin diyen devlet temsilcilerine neden koyunumuz, ineğimiz kalmadı. Buyurun vergi olarak size kedi veriyoruz demediler ki? Akıllarına gelmemiştir, ya da bunu diyebilmek için yürek yemeleri lazımdı, ama süpürge tohumu yemek zorunda kalan Türk milleti o zaman yüreği nereden bulacaklardı. Şaka mı hayır efendim gerçek.. Maalesef yöneticiler gazeteler ve gazetedeki elemanları üzerinden bu tavsiyelerde bulunurlardı. Çünkü halk gerçekten aç idi ve durumu en iyi olan Türk’ün ise bir tane sığırı var, mecbur kalıp onu da yerse ne vergi verebileceklerdi ne de balolardaki içki masraflarını çıkarabileceklerdi, ne de devletin her yerini ele geçirmiş

Mustafa Kemal Atatürk Manevi Kızı Ülkü'ye Bira İçirirken
Atatürk 5 yaşındaki manevi kızı Ülkü’ye böyle bira içirmiş
Admin Kasım 19, 2025 0

Tarihçi Yazar Mustafa Armağan'dan Gündem Yaratacak Video: Ülkü Adatepe'nin Şaşırtıcı İtirafı! Tarihçi ve yazar Mustafa Armağan, sosyal medya hesabı Twitter üzerinden oldukça dikkat çekici bir videoyu takipçileriyle paylaştı. Geniş yankı uyandıran bu paylaşımda, Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe'nin yer aldığı ve daha önce pek dikkat çekmemiş olan bir TRT röportajının görüntüleri bulunuyor. Söz konusu video, Ülkü Adatepe'nin Atatürk hakkında yaptığı şaşırtıcı bir açıklamayı gündeme taşıyor. Görüntülerde Ülkü Adatepe'nin Ağzından Duyulan Beklenmedik Sözler Mustafa Armağan’ın paylaşımıyla bir anda sosyal medya kullanıcılarının ilgi odağı haline gelen videoda, 2012 yılında geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeden Ülkü Adatepe'nin, yıllar önce devlet televizyonu TRT’ye verdiği bir röportajda sarf ettiği sözler ekranlara geliyor. Röportajda, Atatürk ile çocukluk yıllarına ait anılarını anlatan Adatepe, pek çok kişinin gözünden kaçan çarpıcı bir itirafta bulunuyor. Ülkü Adatepe: "Atatürk Bana Bira İçirdi" Ülkü Adatepe, TRT ekranlarında yayınlanan röportajında bir fotoğraf albümünü gösterirken, yaklaşık beş yaşlarında olduğu dönemde Atatürk’le birlikte çekilmiş bir fotoğrafa işaret ediyor. Bu özel karede, Atatürk ile birlikte bira fabrikasında bulunduklarını belirtiyor. Daha da dikkat çekici olan açıklama ise, Atatürk'ün o sırada kendisine bira içirdiğini ifade etmesi. Daha Önce De Gündeme Gelmişti, Ancak Göz Ardı Edilmişti Adatepe’nin söz konusu fotoğrafı daha önce bazı tarihçiler tarafından da gündeme taşınmıştı. Ancak iddia, kamuoyunun büyük kesimi tarafından fazla dikkat çekmemiş ve kimi çevrelerce inandırıcı bulunmayarak yalanlanmıştı. Mustafa Armağan’ın bu videoyu yeniden dolaşıma sokması, tartışmaları tekrar alevlendirdi. Bu yeni gelişme, Atatürk’ün özel hayatına dair geçmişte yapılan yorum ve eleştirilerin yeniden tartışmaya açılmasına neden olabilir gibi görünüyor. Ülkü Adatepe'nin itiraflı videosu sonrası sosyal medyada infial oluştu ve Türk gençleri küçücük bir kıza nasıl bira içirilir gibi yorumlarda bulundu ve dorgulanmaya sebebiyet oluştu.

Nene Hatun Dilenmek Zorunda Kaldı
Admin Kasım 18, 2025 0

Türk tarihinin örnek annelerinden bir kahraman olan ve ölmeden önce “Yılın annesi” seçilen Nene hatun neden dilenmek zorunda kaldı ve nasıl bir fakirliğin ve açlığın pençesine düştü? Nene hatun Ruslara karşı savaştı ve büyük kahramanlık sergiledi. Nene Hatun ardından Cihan Harbinde üç çocuğunu ve kocasını şehit verdi ve savaşlarda kardeşi dahil bütün ailesini kaybetti. Nene Hatun’a bakacak kimsesi yoktu ve yaşlanmıştı. Nene Hatun defalarca Cumhuriyet’e ve devlet yöneticilerine haber göndermesine rağmen kendisine yardım yapılmadı. Yıllarca kendisine bir yardım yapılmayınca Nene hatun dilenmeye devam etti ve kış günlerinde sokaklardan ısınmak için tezek toplamıştı. Nene Hatun, İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olunca ona da kendisi ve diğer kahramanlar için acil yardım mektubu gönderdi. Şimdi aşağıda bir yandan Nene Hatun’un kahramanlık destanını diğer yandan acı dolu hayatını ve devlet yetkililerine gönderdiği son mektubu okuyacaksınız. Nene Hatun’un Kahramanlık hikayesi. Aziziye Destanı: Bir Milletin Şafağa Yazdığı Direniş 1877 yılının Kasım ayında, 9’u 10’a bağlayan o karanlık gecede Rus askerleri, Top Dağı'ndaki nöbetçilerimizin gafletinden faydalanarak Aziziye Tabyaları’na sızdı. 2 ve 3 numaralı tabyalara ansızın giren Rus birlikleri, uykuda yakalanan askerlerimizi gafil avladı. Tabyalar, kısa sürede düşmanın eline geçti. Ancak düşmanın ilerleyişi burada durmadı. Sırada 1 numaralı tabya vardı. Yarbay Bahri ve beraberindeki askerler, tüm güçleriyle direnerek zaman kazanmaya çalıştı. Tam o anlarda, sabahın ilk ışıkları Erzurum’un üzerine düşmeye başladı. Şehrin üstüne çöken bu kasım sabahı, silah ve top sesleriyle yankılandı. Erzurum halkı, tarihe geçecek bir güne gözlerini açtı. Ellerinde ne varsa—sopa, balta, satır—alan halk, vatan savunması için ayağa kalktı. Kışlalarda içtima boruları çalıyor, minarelerden ezanlar arka arkaya yükseliyor, din adamları silah tutabilen herkesi mücadeleye çağırıyordu. Şerife Ana’dan Nene Hatun’a, Kantarcı Mehmed’den İmam Yaşar’a kadar herkes aynı çağrıyı haykırıyordu: “Kardeşler! Elimiz tutuyor, gözümüz görüyor! Bu topraklara düşman bastıracak da biz duracak mıyız? Analar bizi böyle bir gün için doğurmadı mı?” Erzurum’un sokaklarından tabyalara doğru akan halk selini gören Kurt İsmail Paşa’nın askerleri de büyük bir coşkuyla saldırıya geçti. Paşa, bir elinde Kur’an, diğerinde kılıç taşıyor; yanında, kırmızı entarisi ve sarı çizmeleriyle Kara Fatma ve üç yiğit kadın, savaşçılara yiyecek-içecek taşıyan başka kadınlarla birlikte 1 numaralı tabyaya doğru ilerliyordu. Aynı anda Kaplan Mehmed Paşa da Mecidiye yönünden 2 ve 3 numaralı tabyalara taarruza geçti. Ve mucize gerçekleşti. Halkın ve askerlerin birlikte yürüttüğü bu kahramanca saldırıda üç tabyanın kapıları kırıldı, birkaç saat içinde Rusların 153. Alayı darmadağın edildi. 2.300 askerini kaybeden Ruslar geri çekilmek zorunda kaldı. Zaferin ardından tabyalarda sağ kalanlar, sevdiklerini ararken bir köşede Kara Fatma ve üç silah arkadaşının şehit düştüğünü gördü. Bu zafer, sadece bir direniş değil; Erzurum’un, "Kilid-i mülk-i İslam"ın, imanla, cesaretle, birlikle yazdığı bir destandı. Sadece üç saat süren bu çarpışma, bir milletin sonsuza dek hatırlayacağı bir sabahın adını tarihe kazıdı. Nene Hatun’un son mektubu; “Bizler, (1)293 Osmanlı-Rus harbinin Erzurum civarında Aziziye tabyasında vuku bulan meşhur savaşın kahramanıyız. O tarihî günde Türk kahramanlık ve hamasetinin sembolü olan bizler, bu çok eski düşmanımızı vatanın harim-i ismetinden sökerek atmış ve göklere kadar çıkan zafer dasitanı yaratmıştık. Bu ulu güne lâyıkı derecede kıymet ve ehemmiyet verildiği halde, maalesef biz canlı timsallerine gereken kadirşinaslık gösterilmiyor. Aziziye zaferi, tarihin pek az kaydettiği bir mucizedir. Bu mucizenin yarattığı varlık sayesindendir ki, vatanımızın en mühim parçası ve Şarkın müstesna bir kilidi mesabesinde bulunan güzel Erzurum’u müstekreh düşmanın mülevves çizmesiyle çiğnenmesinden kurtarmış ve ahlâfa ebedî bir yadigâr bırakmıştır. Bu ölmez zaferin yadigârı bizler, her birerlerimiz 90’ar, 100’er yaşındayız. Hiçbir sığınacak yerimiz ve tutunacak hiçbir desteğimiz yoktur. Belediyenin ayda 4 lira maaştan başka bir şey görmüyoruz. Geçen sene birer meccanî (ücretsiz) ekmek veriyorlardı, bu sene o ekmeğimizi de kestiler. Şimdi aç ve muhtaç bir vaziyetteyiz ve dileniyoruz da… Bizlere icab eden nakdî ve fiilî yardımın yapılarak bu çetin ve acıklı vaziyetten kurtarılmaklığımızı yüksek ve derin saygılarımızla diler ve arz ederiz.” Dilekçe, İnönü tarafından incelenip Başbakanlığa havale edilmişti ama tahmin edileceği gibi bir sonuç çıkmamıştı. Bu sırada İnönü’nün, İbrahim Çallı’ya 5 bin lira karşılığında yağlı boya tablosunu yaptırmak gibi “çok hayatî” meşguliyetleri vardı! Nene Hatun’un sefaletini Cumhuriyet de yazmış Öte yandan bu yazışmadan altı yıl önce, 23 Kasım 1937’de Erzurum Milletvekili Pertev Demirhan’ın kaleme alıp CHP Genel Sekreterliği’ne sunduğu raporda aynen şöyle deniliyordu: “Bu ihtiyarların üçü de fakir ve sefalet içindedir. Yaşar 100 yaşına gelmiş olmasına rağmen hâlâ hamallık ederek geçinmektedir. (…) Diğer iki kadın da sakat oğullarıyla bugün çok yokluk içinde imişler. O kahramanlık vakasından bu güne kadar yaşayan bu üç canlı yadigâra hayatlarının şu son senelerinde olsun sefaletten kurtulmak için herhangi bir tertipten, kabilse birer parça maaş bağlanmasını yüksek partimizin mürüvvetinden beklerim. Bu Türk milleti için adeta bir vicdan borcu sayılmalıdır.”  Mustafa Armağan yorumu: 1937’den 1943’e kadar bağlanmayan maaşın sonradan bağlandığını sanıyorsanız aldanıyorsunuz. 1925 doğumlu merhum tarihçi Nejat Göyünç küçüklüğünde Nene Hatun’u Erzurum sokaklarında kışlık tezek yapmak için sırtında teneke ile dolaşıp hayvan pisliği toplarken gördüğünü anlatır.   Sağ kalabilenlere ancak Demokrat Parti devrinde yardımcı olunacak ve Nene Hatun’un 1955 Mayısında ahirete intikaliyle tarihin parlak bir sayfası kapanırken bize de ağır bir dram miras kalacaktır. Peki, aziz vatan uğruna canlarını ortaya koyan kahramanlarımızı avuç açmak zorunda bırakıp yalvartmaktan utandınız mı? Benimki de laf. Kara Fatma’nın torunlarıyla beraber Galata’daki Rus manastırına sığınmaları gerçeğinin acılığını hatırlayınca bu milletin hakiki kahramanlarına nasıl bir sığıntı muamelesi yapıldığına hayret edilir mi?  Yakın tarih insanı dert sahibi yapar velhasıl.

Kara Fatma Neden Dilenmek zorunda kaldı
Kara Fatma Dilenmek Zorunda Bırakıldı
Admin Kasım 18, 2025 0

Unutulan Kahraman: Kara Fatma’nın Sessiz Çığlığı Milli Mücadele yıllarında cepheden cepheye koşan, hem savaşan hem de askerlerin yarasını saran, gerektiğinde kazan başında yemek pişirip gerektiğinde kurşun sıkan bir kadındı Fatma Seher. Nam-ı diğer Kara Fatma… Atatürk'ün dahi adını anmadan geçmediği bu kadın kahraman, ne yazık ki cumhuriyetin ilerleyen yıllarında unutuldu. Ve daha da acısı, ömrünün son demlerinde açlık ve yokluk içinde bir Rus kilisesinin köhne bir odasında yaşamak zorunda bırakıldı. Her yıl adı tekrar tekrar anılır Kara Fatma'nın. Ama çoğu zaman sadece bir sembolden ibarettir artık onun adı; ardındaki trajik gerçeklik ise kulak ardı edilir. 2 Temmuz 1955'te hayata gözlerini yuman bu kahramanla ilgili, tarihçi Mustafa Armağan’ın 2007 yılında yazdığı yazı bir kez daha gündeme geldi. Yazıda yer alan bir detay, yürek burkan hakikati gözler önüne seriyordu: “Kara Fatma’yı Rus kilisesine muhtaç edenler utansın!” 1930’lu yılların Yedigün dergisinde yer alan bir röportajda, yaşlı bir kadının hüznü yansır sayfalara. Fotoğraftaki o silik, iki büklüm olmuş kadın başta tanıdık gelmez. Ancak gözlerindeki derinlik ve bir cümleyle gelen tokat gibi gerçek insanı sarsar: “Açlığımı kimseye belli etmemek için odama kapanır, ağlarım.” O kadın, evet, Kurtuluş Savaşı’nın destansı kahramanı Kara Fatma’dır. Oysa kim derdi ki düşmanı dize getiren, nice cephede yaralanan, yüce gönüllülüğüyle devletin bağladığı maaşı bile Kızılay’a bağışlayan bu kadın, bir gün açlıktan gözyaşlarını yastığına akıtarak uyuyacak? Fatma Seher Hanım, eşi Binbaşı Derviş Bey’le birlikte önce Balkanlar’da, ardından Kars ve Edirne cephelerinde düşmana karşı savaşmıştı. Mütareke döneminde eşini kaybettikten sonra tek başına Anadolu’ya geçmiş, Mustafa Kemal Paşa ile Sivas’ta görüşüp cepheye yeniden dönmüştü. İzmit’ten Düzce’ye, İznik’ten Adapazarı’na kadar gönüllü birlikler toplamış, Yunan kuvvetlerine baskınlar düzenlemiş, gazilere moral olmuştu. 1923'e kadar adı gazetelerde sık sık anılmış, cesaretiyle dillere destan olmuştu. Ancak bu efsane kadın, Cumhuriyetin ilk yıllarında gözlerden yavaş yavaş silindi. 1933 yılında İstanbul Galata’daki bir Rus manastırının ikinci katındaki daracık bir odada sefalet içinde yaşıyordu. Kapısını çalan gazeteciye torunları için iş aradığını, kapıcılık ya da çöpçülük dahi olsa razı olduğunu söylemişti. Ama kimse ona iş vermemişti. Kızının savaşta parmakları kopmuş, sonra aklını kaybetmişti. Torunlarına bakan, karnını komşularının yemek artıklarıyla doyuran Kara Fatma, soğuk bir mangalın başında tahta bir sedirde uyuyordu. Ama göğsünde hâlâ İstiklal madalyası duruyordu. “Açım ama şerefliyim” diyordu. İşte bu cümle, hem bir milletin kahramanına duyduğu vefasızlığın hem de bir kadının dimdik duruşunun özetiydi. Bugün onun adı ders kitaplarında geçse de, mezarını bile arayıp soran çok azdır. Kara Fatma yalnızca savaş meydanlarının değil; aynı zamanda "unutulmuşluk" karşısında onurla direnen yüreklerin de simgesidir artık. Torunları dilenmektedir Aç ama şerefli kadın ağlamaya başlar o sırada. Ağlarken anlatır, anlatırken ağlar: – Bazen çocukların elinden tutuyor, ‘Şu yetimler aç kalmış, ölecekler’ diye nineleri olduğumu sezdirmeden onlar için yardım toplamaya çıkıyorum. Ne yapayım, siz söyleyin! Muhabirin aklına torunlarının nerede olduğunu sormak gelir. Sokaktadırlar; birazdan geleceklerdir. Dilenmekten dönerken birinin avucunda 100, diğerininkinde 60 para olacaktır. “Al nine” derler, “hiç harcamadık, olduğu gibi sana getirdik. Bir çay pişiremez misin bunlarla? Ekmek batırıp da beraber yiyelim.” Torunlarıyla birlikte dilenen bu Kara Fatma portresine alışık olmayan yüreğiniz hop oturup hop kalktı, biliyorum ama gerçeğin yüzü bazen böylesine acımasız ve soğuktur. Tek Parti dönemini perişanlıklarla geçiren Kara Fatma 1944’te (69 yaşında) yeniden hatırlanıp Defterdarlık’ta bir işe yerleştirilen Kara Fatma, 1954 yılına gelindiğinde artık 79 yaşındadır ve yine sefil bir vaziyette İstanbul’da bir kulübede tek başına yaşamaktadır. Tek Parti dönemini perişanlıklarla geçiren Kara Fatma’ya doğru dürüst bir maaş ne zaman bağlanmıştır bilir misiniz? Demokrat Parti devrinde, 22 Şubat 1954’te. Ancak özel bir kanunla kendisine ‘ömür boyu’ 170 lira maaş bağlanan Kara Fatma’nın ömrü bu maaşı yemeye yetmeyecek ve ertesi yıl Erzurum’da hayata gözlerini yumacaktır. Sağlığında bir gazeteciye, “Göğsümde bir şarapnel parçası var. Acı veriyor.” demişti. Tarihimizin göğsündeki şarapneller ne olacak Fatma teyze, sen söyle?

Mustafa Kemal Atatürk'e ait olmayan sözler
Admin Kasım 18, 2025 0

Eğitim Sistemimizde Gerçeklik Krizi: Atatürk Söylemleri ve Toplumsal Algı Uzun yıllar boyunca Türkiye’deki eğitim kurumlarında, özellikle de ilkokul ve ortaokul düzeyindeki sınıflarda, öğrencilere Atatürk’e ait olduğu iddia edilen ancak kaba tabirle “çalıntı” TDK tabiriyle ise “aşırma” diye nitelenen başkasına ait olduğu halde bunu kendine mal etmek gibi birçok söz ve düşünce aktarıldı. Bu sözlerin birçoğu, sorgulanmaksızın ders kitaplarında yer aldı; sınıfların duvarlarını süsleyen panolarda sergilendi, okulların duvarlarına ve büstlere yazıldı. Ancak zaman geçtikçe, bu sözlerin hepsinin Atatürk’e ait olmadığı, hatta başka düşünürlerden veya liderlerden alıntılandığı ortaya çıkmaya başladı. Bu durum, kamuoyunda hem bir şaşkınlık hem de bir güven bunalımına neden oldu. Bugün geldiğimiz noktada, toplumun çeşitli kesimlerinden insanlar —özellikle de genç kuşaklar— sosyal medya üzerinden bu durumu yüksek sesle sorguluyor. "Türk halkı neden kandırıldı?" sorusu artık sadece münferit bir tepki değil; yaygın ve sistematik bir rahatsızlığın ifadesi hâline gelmiş durumda. Eğitim sisteminin temel görevi bilgi aktarmak, doğruları öğretmek iken; neden tarihsel gerçeklikten sapmalarla dolu bir içerikle karşı karşıya bırakıldığımız sorusu haklı olarak gündemdeki yerini koruyor. Burada esas tartışılması gereken mesele, bu tür yanıltıcı bilgilerin kasıtlı bir ideolojik inşa sürecinin parçası olarak ne amaçlanmaktaydı? Amaçlanan her neyse sonuç olarak toplumun güvenini zedeleyen, bireylerde tarihsel şüphe uyandıran bir boşluk yaratmaktadır. Toplumun bilgiye daha hızlı ve doğrudan ulaşabildiği günümüzde, bu tür çelişkiler ve tespitler daha görünür hâle gelmiştir. Halk dilindeki bir atasözü ile anlamlandıracak olursak “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” deyimi ortaya çıkmaktadır. Artık gençler sadece öğretmenlerinden veya ders kitaplarından değil; arama motorlarından, dijital arşivlerden, uluslararası kaynaklardan da yararlanarak kendi doğrularını arıyor. Bu ise eğitim kurumlarının sorumluluğunu artırmaktadır. Eğitim sisteminin temel taşlarından biri olan tarih eğitimi, sadece bir ulusun geçmişini öğretmekle kalmaz; aynı zamanda bireyin zihinsel özgürlüğünü, eleştirel düşünme yeteneğini ve ahlaki pusulasını da şekillendirir. Bu nedenle, aktarılan her bilginin doğruluğu, kaynağı ve bağlamı büyük önem taşır. Uydurma ya da doğrulanmamış ifadelerin "mutlak gerçek" olarak sunulması, bireyin bilgiye ve kurumsal yapıya olan inancını sarsar. Sonuç olarak, eğitim sisteminin doğruluk ilkesi üzerine yeniden yapılandırılması, sadece pedagojik değil; aynı zamanda etik bir zorunluluktur. Eğitimde güveni yeniden inşa etmek için, şeffaflıkla hareket eden, kaynak gösteren, araştırmaya dayalı ve eleştirel düşünceyi teşvik eden bir anlayışa ihtiyaç vardır. İŞTE ATATÜRK’E AİT OLDUĞU ZANNEDİLEN O SÖZLER; Adalet mülkün temelidir; Bu söz HZ. Ömer’e aittir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir; Bu söz Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau’ya aittir. Köylü milletin efendisidir; Bu söz Kanuni Sultan Süleyman’a aittir. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur; Engellilere hakaret bir sözdür ve bu söz Juvénal’e aittir. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir-fendir; HZ. Ali’ye aittir. Ya İstiklal ya Ölüm; Şeyh Şamil’e aittir.

Zıplamayan Tayyipçi Ritüeli
Zıplamayan Tayyipçi Ritüeli ile Verilen Mesaj Nedir?

Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinden bu yana, Orta Doğu’nun kaderini derinden etkileyen en önemli olaylardan biri Filistin topraklarının işgalidir. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı topraklarını paylaşma planının bir parçası olarak, bölgedeki bazı iş birlikçi unsurların da yardımıyla Filistin’i fiilen işgal etmiş ve bu bölgeye sistematik şekilde Yahudi yerleşimlerini başlatmıştır. Bu süreç, 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlanmış; ancak bu tarihten günümüze kadar bölgede dinmeyen bir kan ve gözyaşı süreci yaşanmıştır. Filistin topraklarında yaşanan çatışmaların merkezinde yalnızca toprak meselesi değil, aynı zamanda emperyal güçlerin çıkar hesapları ve bölgeyi şekillendirme politikaları da yer almaktadır. İsrail Devleti’nin kuruluşundan itibaren izlediği politika, Filistinlilerin varlığını yok sayan, onları göçe ve katliamlara mecbur bırakan bir yapıda olmuştur. 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan saldırılar ise, bu tarihsel sürecin en kanlı örneklerinden birini oluşturmuştur. İsrail, bu tarihten itibaren kadın, çocuk ve yaşlı demeden binlerce sivilin hayatına kastetmiş, uluslararası hukuk ve insan hakları normlarını açık biçimde ihlal etmiştir. Bu durum, modern tarihin en büyük sivil katliamlarından biri olarak nitelendirilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 7 Ekim sonrasında yaşanan bu trajediye karşı uluslararası kamuoyuna açık ve net mesajlar vermiştir. Erdoğan, Hamas’ı bir terör örgütü olarak değil, Filistin halkının meşru savunma gücü ve siyasi temsilcisi olarak değerlendirdiğini ifade etmiştir. Bu açıklamalar, Batılı ülkelerdeki İsrail yanlısı lobilerin tepkisini çekmiş; Türkiye içinde de bazı kesimler tarafından eleştirilmiştir. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Filistin davasına olan desteğini kararlılıkla sürdürmüş, “iki devletli çözüm” vurgusunu her platformda dile getirmiştir. İsrail ise bu süreçte Türkiye’ye karşı doğrudan ve dolaylı mesajlar vermeye devam etmiştir. PKK, DAEŞ, Suriye Demokratik Güçleri (SDK) gibi örgütler üzerinden Türkiye’ye yönelik tehditler artırılmış; aynı zamanda medya, ekonomi ve siyaset alanlarında çeşitli manipülasyon girişimlerinde bulunulmuştur. Bu strateji, Türkiye’nin Orta Doğu’daki bağımsız politikalarını baltalamaya yönelik uzun soluklu bir girişim olarak değerlendirilebilir. Zıplamayan Tayyipçi hakaretleri ile Yahudi Ritüeli. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Libya’ya, Suriye’ye, Azerbaycan’a nasıl girdiysek oraya da gireriz” sözleri, Türkiye’nin gerektiğinde askeri ve diplomatik gücünü Filistin meselesinde de kullanabileceğine işaret eden güçlü bir mesaj olarak algılanmıştır. Bu açıklamanın ardından İsrail’in, Türkiye’deki bazı siyasi hareketler aracılığıyla dolaylı mesajlar verdiği iddia edilmiştir. Özellikle ana muhalefet partisi CHP’nin bazı söylemleri ve sokak eylemleri, bu bağlamda dikkat çekici bulunmuştur. Kamuoyunda “zıplama eylemi” olarak bilinen, Yahudi dini ritüelleriyle CHP seçmeninin “Zıplamayan Tayyipçi” sloganları eşliğinde zıplayarak Tayyip Erdoğan’a ve ailesine küfür etmesi gibi bazı protesto biçimleri, toplumsal hassasiyetleri derinden etkilemiş ve bu olaylar Türkiye iç siyasetinde geniş yankı uyandırmıştır. İsrail terör devleti ve hükümeti açık, açık CHP ve Seçmeni üzerinden Türkiye devletine, hükümetine ve milletine böylece “Zıplama” gibi Yahudi dini ritüelleri üzerinden mesaj vermeye mi çalıştı? Türkiye’de Türk isimleri altında kendini gizleyen on binlerce Türk vatandaşı siyonist Yahudiler, Türk devletine ve milletine meydan okumaktan vazgeçmeyecekler mi? Sorularını sürekli akıllarda canlı tutmaktadır. Sonuç olarak, Filistin meselesi üzerinden İsrail’i sürekli mağdur bir devlet gibi gören ve Hamas’a terör örgütü diyen CHP ve CHP yandaşı Filistin’e düşmanlıklarıyla bilinen bazı medya mensupları, gazeteciler ve ölen on binlerce Filistinli kadın ve çocuklar için tek kelime bile etmeyen, İsrail’i kınamayan bazı ünlülerin de bu saldırıları ve duyarsızlığı akıllara çok derin soru işaretleri de beraberinde getirmektedir.

Admin Kasım 18, 2025 0

Son gönderiler

Tarihten Haberler

Atatürk'ün İspanyol Yahudisi olduğu iddiası

Osmanlı'dan bugüne kadar tartışmalı bir dinî azınlık olan Yahudilik. Şemsi Efendi, asıl ismi (Şimon Zvi)’nin torunu Ilgaz Zorlu’nun itirafları Yahudileri toplayıp eğiten ve aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün de hocası da olan Şemsi Efendi, asıl ismi (Şimon Zvi)’nin torunu Ilgaz Zorlu, Türkiye’deki Yahudileri, Sebataycıları ve faaliyetlerini anlatıyor. Osmanlı'dan günümüze dek sürekli tartışma konusu olan, haklarında çeşitli iddialar ileri sürülen bu dinî azınlık ve onların gizemli yoluna ait ritüeller, ilk dönemlerinde olduğu gibi bugün de merak uyandırmaya devam ediyor. Asıl meseleyi ilginç hâle getiren ve tartışmaların odağında tutan şey ise, bu grubun takındığı "özel" ve sır dolu tutumdur. Tarih boyunca ne tam anlamıyla Yahudi oldular, ne de dışarıya yansıttıkları şekilde gerçek bir Müslüman kimliğine büründüler. Kendi iç dünyalarında sürdürdükleri gizli ve sembolik ritüellerle, Kabala merkezli, mesihçi bir Yahudi cemaati olarak varlıklarını korudular. Görünürde yok gibi olsalar da, farklı bir boyutta aktif olarak yaşamlarını sürdürdüler. Buna rağmen bu yapıların varlığına dair tartışmalar bugüne dek süregeldi. "Selanikliler", "Dönmeler" ya da özgün adlarıyla "Sabetaycılar" hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar mı? Bu soruya Yahudi cemaatinden ve Hahambaşılıktan bugüne dek net bir yanıt verilmedi; verilmek de istenmedi. Görüşlerine başvurduğumuz Musevî toplumunun önde gelen isimleri bu yapıyı ya reddediyor ya da yok saymayı tercih ediyor. Üstelik artık böyle bir cemaatin işlevini kaybettiğini ve toplum içindeki etkinliğinin kalmadığını da özellikle vurgulama gereği hissediyorlar. Mustafa Kemak Atatürk'ün Sabetayist hocası Yahudi Şimon Zvi Mezarı Üç buçuk asırlık sır perdesini yırtan kitap Peki, 1666 yılından bu yana süregelen bu inkâr ve yok sayma tavrı daha ne kadar devam edebilirdi? Nitekim devam etmedi. Sabetaycı yapının içinden çıkan Ilgaz Zorlu, yazdığı kitapla bu örtüyü yırtarak tüm ezberleri bozdu. Zorlu’nun kitabının başlığı adeta meydan okuyordu: "Evet, Ben Selanikliyim - Türkiye Sabetaycılığı". Kitap yayımlandıktan kısa süre sonra geniş çevrelerde konuşulmaya başlandı. Herkesin merak ettiği soru ise şuydu: Bu kişi kimdi ve Türkiye’nin en büyük tabularından biri olan bu konuda nasıl böyle açık yürekli bir eser kaleme alabilmişti? Üç yüz yılı aşkın süredir bozulmadan korunan bu gizlilik geleneğini niçin sorgulama gereği duymuştu? Ilgaz Zorlu’nun içeriden biri olarak yazdıkları, yıllardır M. Ertuğrul Düzdağ ve M. Şevket Eygi gibi yazarların köşelerinde dile getirdiği iddiaları büyük ölçüde teyit eder nitelikteydi. Bu veriler gösteriyor ki, Sabetaycılar geçmişte olduğu gibi bugün de bilinçli ve sistemli bir şekilde varlıklarını sürdürmeye devam etmektedir. Gerçek rahatsızlık: Kimlik çelişkisi Aslında Sabetaycı cemaatin varlığı, ne Yahudiler ne de Müslümanlar açısından doğrudan bir tehdit unsuru değildir. Meseleyi rahatsız edici kılan unsur; içten başka, dıştan başka görünmek, yani İslami terminolojiyle "münafıklık" sayılabilecek bir tavır alışıdır. Ilgaz Zorlu da, içinde yaşadığı bu ikiyüzlü yapıyı sorgulamaktadır. Tarih boyunca Sabetaycılar, Yahudilerin içimizdeki temsilcileri gibi algılanmış; son yüzyılda ise Batılılaşma sürecinin birçok temel hamlesinin arkasında etkin roller üstlendikleri düşünülmüştür. Mason localarında önemli pozisyonlar elde etmiş, dışarıdan Müslüman isimlerle anılsalar da iç dünyalarında farklı inanç çizgilerini takip etmişlerdir. Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşanan ilk açık tartışma Sabetaycılık hakkındaki ilk ciddi ve aleni tartışma 1924-1925 yıllarında yaşanmıştı. Selanikli Karakaşzâde Mehmed Rüşdü’nün ifşaatlarıyla başlayan bu tartışma, bir yıl sonra Rüşdü’nün tüm söylediklerini geri çekmesiyle sonuçlanmıştı. Ancak yaklaşık yetmiş yıl sonra Ilgaz Zorlu’nun kitabı, Karakaşzâde’ninkilerle kıyaslanamayacak derecede samimi ve kapsamlı açıklamaları içeriyor. Görünen o ki, 332 yıldır süregelen sır perdesi bu eserle büyük ölçüde aralanmış, ve bu konu artık ciddi akademik araştırmalara zemin hazırlayabilecek bir seviyeye ulaşmıştır. İçeriden gelen bir itiraf Şemsi Efendi’nin altıncı kuşaktan torunu olan Ilgaz Zorlu, 1969 yılında İstanbul’da doğmuştur. Kitabında, yaşanan bu ikiyüzlülüğün artık sona ermesi gerektiğini ve cemaatin dışa açılmasının bir zorunluluk olduğunu ifade etmektedir. Zorlu’nun eserinin kapağında, Meleklerin âhir zamanda döneceğine inanılan Sabetay Sevi’ye mesihlik tacı takıldığına dair bir gravür yer almaktadır. Eserde, "Sabetaycılık ve Yahudilik", "Sabetaycılık ve Osmanlı mistisizmi", "Sabetaycılık ile Masonluk ve Kabala'nın mistik evreni" gibi başlıklar altında derinlemesine incelemeler bulunmaktadır. Yazarı göz önüne alındığında, bu konulara ilgi duyan herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap olduğu açıktır. 500. Yıl Vakfı yöneticisinin çarpıcı açıklamaları Bu konuyla ilgili en dikkat çekici gelişmelerden biri, haftalık Aksiyon dergisinin 181. sayısında yaşandı. 500. Yıl Vakfı’nın önde gelen isimlerinden Harry Ojalvo, dergiye verdiği röportajda 350 yıllık sessizliği bozarak Türkiye’de yaklaşık bir buçuk milyon Sabetaycı bulunduğunu dile getirdi. Ojalvo şöyle diyordu: “Yahudi kökenli olarak Sabetay Sevi devrinden gelmeyiz. Mesela bugün Dışişleri Bakanı olan İsmail Cem İpekçi de Sebati’dir. Coşkun Kırca da öyle. Pek çok kişi vardır. Hatta çoğu kişi ‘sen oradan gelmiyor musun?’ dediğinde, kendisi bile farkında değildir. Ama bu öyle bir kök ki, gizlenemez. Her şey ortadadır.” (Aksiyon, 23-29 Mayıs 1998, sayı: 181, s. 13) Ilgaz Zorlu ile kitabı ve kişisel deneyimi hakkında gerçekleştirdiğimiz söyleşi gösteriyor ki, bu kitap sadece bir iç hesaplaşma değil; aynı zamanda Türkiye’de uzun yıllardır konuşulamayan bir konunun gündeme taşınması anlamına geliyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün İsrail'deki büstlerinden bir tanesi.

Admin Kasım 20, 2025 0
Türkiye'yi Yahudiler mi Kurdu?

Tarihten Haberler

Türkiye Yahudi Devleti Olarak Mı Kuruldu? Atatürk Sabetayist miydi?

Türkiye Yahudi Devleti Olarak Mı Kuruldu? Atatürk Sabetayist miydi? Türk Yahudisi ve aynı zamanda İsrail vatandaşı Erroll Gelardin, katıldığı bir programda çarpıcı iddialarda bulundu: “20. asırda dünyada üç Yahudi devleti kuruldu. Rusya, Türkiye ve İsrail.” Bu sözler yalnızca tartışma yaratmakla kalmadı; aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün de Sabataycı olduğunu iddia ederek gündemi sarstı. Gelardin’in bu açıklamalarının ardında ne var? Türk halkının ihanete uğradığını mı anlatmak istiyor, Türkiye’de Yahudilerin gücünü mü ima ediyor, yoksa tarihî bir ifşaat mı yapıyor? Sosyal medyada öne çıkan yorumlar, iddiaların ciddiyetini gösteriyor: “Mustafa Kemal neden Yahudi okulunda okutuldu.” “Hocası neden Yahudi Şimon Zvi (Şemsi Efendi) idi?” “Mustafa Kemal, Yahudi Reşit Galip’i Tıpçı olmasına rağmen neden 1925’te mebus, İstiklal Mahkemesi üyesi, Türk Ocakları Reisi, Türk Tarih Kurumu Genel Sekreteri, Türk Dil Kurumu Başkanı ve Eğitim Bakanı yaptı. Neden cumhuriyet ilanı sonrası Türkiye’ye yüzbinlerce Yahudi getirtildi ve Türk isimleri verilerek devletin her kritik yerlerine yerleştirildi” gibi sorular sorulmaya başlandı. Bu yorumlar, Gelardin’in sözlerinin sosyal medyada nasıl yankı bulduğunu gösteriyor. Tartışmalar sadece yorumlarla sınırlı kalmadı; kamuoyunda büyük soru işaretleri oluştu. Buradan hareketle, tarihçilerimiz ve etkili yetkililerin bu iddialara belgelerle açıklık getirmesi elzemdir. Müspet ya da menfi, her türlü belge kamuoyuna sunulmalıdır. Çünkü Türkiye, İslam’ın sancaktarlığını yapmış bir millettir ve bu milletin geçmişi hakkında net bilgilerle aydınlanması, geleceğe güvenle bakabilmesi açısından hayati öneme sahiptir. Gelardin’in sözleri, sadece bir iddia değil; Türk tarihinin kritik bir dönemiyle ilgili ciddi bir sorgulamayı gündeme taşıyor. Bu nedenle, tarihî belgelerin ortaya konulması ve halkın doğru şekilde bilgilendirilmesi bir zorunluluktur. Eğer doğruysa “Türkiye’yi, Atatürk ile beraber Sabataycılar kurdu” demek, son yüzyılda milletimiz, yanlış tarih anlayışıyla uyutuldu demektir. Eğer söyleneler doğruysa, Siyonistlerin  “Arzı Mev’ut (Vadedilmiş Topraklar)” planlarının tam ortasında bir ülke ve milletiz demektir…   SABATAYCILIK NE DEMEK? İspanya’daki baskıdan kaçan Yahudilerin, Osmanlı topraklarına kabul edilişinden sonra oluşan bir dini inançtır… Yahudi topluluklarının geçmişte yaşadıkları sosyo-politik acılarının son bulacağı inancı doğrultusunda, Yahudi din adamı Sabetay Sevi (1626-1676), Tanrı tarafından gönderilen ilahi bir kurtarıcı olduğu iddiasıyla sözde Müslümanlık üzerine belirlediği prensiplerle ‘Dönmelik’ mezhebini kurmuştur. Daha sonra bir sürü sapık sapkın faaliyetlere girmiş ve ardından amacının Yahudileri hareketlendirip bir Yahudi devletini kurulması olduğunu itiraf etmiştir. Sabetay Sevi’nin asıl amacının Yahudileri başka kimliklere büründürüp bu kimlikler altında Yahudileri devletlerin kadrolarına, devlet ve askeriye gibi yerlere yerleşmesini sağlayıp sistematik bir şekilde hayallerindeki Yahudi devleti olan İsrail’in kurulmasına aracılık ve elçilik etmekti. Sabetaycılar ise Sabetay Sevi’nin bu ideolojisini ilham alarak devletlerin kadrolarına sızarak bu eylemi gerçekleştirmeyi ve İsrail devletinin kurulmasına aracılık ve öncülük etmeyi benimsediler. Sabetaycılar böylece devletlerin idarelerine ve askeriyesine sızarak ya hayallerindeki İsrail devletini kurulması istenecekti ya da o devleti içten içe çökerterek kendileri yapacaktı bu işi.

Admin Kasım 20, 2025 0

Tarihten Haberler

Mustafa Kemal Atatürk'ün Dünyanın En Büyük ve Lüks Yatı Savarona

Tarih 1931. Dünyanın en büyük, en lüks ve en pahalı yatı olan Savarona denize inmişti. Yatı sipariş veren ise bugünümüzün Bill Gates’in zenginliğinden kat kat zengin bir iş insanı olan Emily Roebling Cadwalader isimli kadındı.. Türkiye Cumhuriyetinin halkı her ne kadar süpürge tohumu yerse de, her ne kadar açlıktan kırılsa da bu trajik durumu Dolmabahçe Sarayındaki içkili, danslı, şaşalı balolarla resim vererek modern olduğumuzu izah edip halkın trajedisini örtebiliyorduk. Fakat balolarla olmayacaktı bu iş! Dünyanın en lüks yatına ihtiyacımız vardı. Sene 1934 Kılık Kıyafet kanununu çıkarılacaktı. Türkiye Cumhuriyetinde kendilerine büyük pay bulan Jön Türkler olarak isimlendirilen Yahudi tüccarlar bundan haberdardı ve kendi örf adetleri olan Şapkaları Türkiye’de satılacaktı. Bu nedenle Yahudi tüccarlar şapkaları daha önce hazırlamaya koyulmuşlardı ve günü geldiğinde karaborsa da satacaklardı. Neyse ki 1934 yılında Kılık kıyafet kanunu çıktı (Şapka devrimi) bu kafirlerin (düşmanlarımızın) şapkasıdır biz bunu giymeyiz diyenlere Allah rahmet eylesin on binlerce insan asıldı. Asılmak istemeyenler de haklıydı kabul ettiler ve bir şapkaya bir inek vererek hem kelesini kurtardı hem neslimizi kurtardı. Yahudi tüccarlar karaborsayı oluşturmuştu. Bir Şapkaya Bir İnek. İnek vermezse şapka alamayacak ve asılacak garibim atalarımız. Neyse bu iş tamamdı. Sahi nerde kalmıştık. Şimdi dünyanın en büyük, en lüks, en pahalı yatını hak etmedik mi şimdi biz? Zengin Yahudi’li, Hıristiyan’lı, Yunanlı, Ermenili böyle içkili şaşalı balolarla nereye kadar? Artık dünyanın en büyük, en lüks ve en pahalı yatı bizim Gazi beyin olmalıydı. Görüşmeler başlandı ve ne mutlu dünyanın en büyük, en lüks ve en pahalı yatı artık atamızındı. Ve bu Savarona yatı 1938 yılındaki 80 yaşında yamalı çiftçinin atası olan 57 yaşındaki Mustafa Kemal Atatürk’ün yatıydı. İçinde, hamamı ve altın kaplama küvetli banyosu olan Savarona yatı artık Paşanındı. Bütün Türk halkı derin nefes almıştı. Atatürk o kadar hasretti ki Savaronaya neredeyse 50 gün boyunca o yattan kara parçasına inmedi ve bütün misafirleri ve etkinlikleri orada devam ettirmeye başlamıştı. Artık dünyanın gözünde biraz daha büyümüştük. Ama ne yazık ki Atatürk hastalanınca doktorlar artık yattan inmesini ve Dolmabahçe Sarayında istirahat etmesi gerektiğini söylemişti ve öyle de oldu. Savarona yetim kaldı, öksüz kaldı.   🛳️ Savarona Yatı – Özellikleri ve Tarihçesi Yapım Yılı: 1931 Tersane: Blohm & Voss, Hamburg (Almanya) Sipariş Eden: Amerikalı milyoner Emily Roebling Cadwalader Uzunluk: Yaklaşık 136 metre Genişlik: 16 metre Ağırlık (Deplasman): 5.700 ton civarında Hız: Maksimum 18 knot (yaklaşık 33 km/saat) Menzil: Yaklaşık 9.000 deniz mili Malzeme: Gövdesi çelikten, iç dekorasyonu abanoz, maun ve mermer gibi lüks malzemelerden yapılmıştır. ⚓ Tarihi ve Atatürk Dönemi 1938 yılında Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından satın alınmıştır. Dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Savarona’yı kısa bir süreliğine resmî devlet yatı olarak kullanmıştır. Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’na geçmeden önce son günlerini geçirdiği yerlerden biridir. O dönemde gemi, dünya standartlarında en lüks ve teknolojik donanıma sahip yatlardan biriydi. 💠 Tasarım ve Donanım Geminin iç tasarımı Art Deco tarzındadır. 30’dan fazla lüks süit, sinema salonu, kütüphane, Türk hamamı, altın kaplamalı banyo küveti gibi detaylar bulunur. Döneminin en ileri deniz teknolojisiyle donatılmıştır. 2010’larda yapılan yenileme çalışmalarında yat tamamen restore edilmiştir; hem klasik görünümünü hem de modern güvenlik sistemlerini koruyacak şekilde güncellenmiştir. 🇹🇷 Sonraki Dönem Atatürk’ün vefatından sonra uzun süre kullanılmadı. 1950’lerde Türk Donanması tarafından eğitim gemisi olarak kullanıldı. 1979’da çıkan büyük bir yangında hasar gördü, daha sonra yeniden restore edildi. 1989 yılında iş insanı Kahraman Sadıkoğlu tarafından kiralanarak tamamen yenilendi. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’na ait olup, zaman zaman devlet misafirlerini ağırlamak veya uluslararası organizasyonlarda temsil aracı olarak kullanılmaktadır.

Admin Kasım 19, 2025 0

Tarihten Haberler

Açlık ile Pençeleşen Türk Halkına Kedi Eti Yiyin Dendi

Bakın bakalım 1923 ile 1950 yılları arasındaki aç kalmış Türk halkına 1929 yılında ne tavsiye edildi. Müslüman Türk devleti (Devleti Aliye) ismiyle bilinen Osmanlı imparatorluğu yıkıldığında dünya derin bir nefes aldı. Kutlamalar yapıldı, törenler düzenlendi, Avrupa ve batı üç gün boyunca bayram kutladı.. Bu süreçte bütün Avrupa ve diğer batı devletler ve devlet liderleri büyük kahraman Mustafa Kemal’i tebrik etmişti. Dünyadaki kutlamalar bitmiyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’ye getirilen ve Türk ismi verilen yüzbinlerce Yahudiler ve diğer gayrimüslimler de bu büyük sevince ve mutluluğa ortak oldular. Hatta Yunanistan liderleri ve onun gibi birçok büyük dünya liderleri Mustafa Kemal’i yerinde tebrik etmek için aileleriyle birlikte gelmişlerdi. Balolar düzenlenmişti ve birbirlerinin eşlerinin kollarına girip karşılıklı iltifatlarda bulunup danslar yapıldı ve birbirlerine en samimi şekilde yakından temas etme ve etkileşimde, iletişimde bulunma fırsatına nail olmuşlardı. Yapılan balolarda, Yahudiler, Hıristiyanlar, Ermeniler ve Rumlar çok mutluydu. Özgürlük vardı, Moda vardı. Osmanlıdan kalma Türk milleti ise ne yazık ki çağdışı kaldığı için güya.. Neymiş, aç kalmış. Tok olmak senin neyine? Git kedi ye, at eti ye, eşek eti ye, hayvan leşi ye.. Ama bunu onlara bir şekilde anlatmak lazımdı. Sokaklarda kedileri toplayın kesin yiyin demeleri gerekirdi. Neymiş, kazançlarının yarısından fazlasına devlete vergi olarak veriyorlarmış, aç kalıyorlarmış. Sesli düşünce; Sahi kendilerine kedi yiyin, hasta atları, eşekleri, leşleri yiyin diyen devlet temsilcilerine neden koyunumuz, ineğimiz kalmadı. Buyurun vergi olarak size kedi veriyoruz demediler ki? Akıllarına gelmemiştir, ya da bunu diyebilmek için yürek yemeleri lazımdı, ama süpürge tohumu yemek zorunda kalan Türk milleti o zaman yüreği nereden bulacaklardı. Şaka mı hayır efendim gerçek.. Maalesef yöneticiler gazeteler ve gazetedeki elemanları üzerinden bu tavsiyelerde bulunurlardı. Çünkü halk gerçekten aç idi ve durumu en iyi olan Türk’ün ise bir tane sığırı var, mecbur kalıp onu da yerse ne vergi verebileceklerdi ne de balolardaki içki masraflarını çıkarabileceklerdi, ne de devletin her yerini ele geçirmiş

Admin Kasım 19, 2025 0
Mustafa Kemal Atatürk Manevi Kızı Ülkü'ye Bira İçirirken

Tarihten Haberler

Atatürk 5 yaşındaki manevi kızı Ülkü’ye böyle bira içirmiş

Tarihçi Yazar Mustafa Armağan'dan Gündem Yaratacak Video: Ülkü Adatepe'nin Şaşırtıcı İtirafı! Tarihçi ve yazar Mustafa Armağan, sosyal medya hesabı Twitter üzerinden oldukça dikkat çekici bir videoyu takipçileriyle paylaştı. Geniş yankı uyandıran bu paylaşımda, Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe'nin yer aldığı ve daha önce pek dikkat çekmemiş olan bir TRT röportajının görüntüleri bulunuyor. Söz konusu video, Ülkü Adatepe'nin Atatürk hakkında yaptığı şaşırtıcı bir açıklamayı gündeme taşıyor. Görüntülerde Ülkü Adatepe'nin Ağzından Duyulan Beklenmedik Sözler Mustafa Armağan’ın paylaşımıyla bir anda sosyal medya kullanıcılarının ilgi odağı haline gelen videoda, 2012 yılında geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeden Ülkü Adatepe'nin, yıllar önce devlet televizyonu TRT’ye verdiği bir röportajda sarf ettiği sözler ekranlara geliyor. Röportajda, Atatürk ile çocukluk yıllarına ait anılarını anlatan Adatepe, pek çok kişinin gözünden kaçan çarpıcı bir itirafta bulunuyor. Ülkü Adatepe: "Atatürk Bana Bira İçirdi" Ülkü Adatepe, TRT ekranlarında yayınlanan röportajında bir fotoğraf albümünü gösterirken, yaklaşık beş yaşlarında olduğu dönemde Atatürk’le birlikte çekilmiş bir fotoğrafa işaret ediyor. Bu özel karede, Atatürk ile birlikte bira fabrikasında bulunduklarını belirtiyor. Daha da dikkat çekici olan açıklama ise, Atatürk'ün o sırada kendisine bira içirdiğini ifade etmesi. Daha Önce De Gündeme Gelmişti, Ancak Göz Ardı Edilmişti Adatepe’nin söz konusu fotoğrafı daha önce bazı tarihçiler tarafından da gündeme taşınmıştı. Ancak iddia, kamuoyunun büyük kesimi tarafından fazla dikkat çekmemiş ve kimi çevrelerce inandırıcı bulunmayarak yalanlanmıştı. Mustafa Armağan’ın bu videoyu yeniden dolaşıma sokması, tartışmaları tekrar alevlendirdi. Bu yeni gelişme, Atatürk’ün özel hayatına dair geçmişte yapılan yorum ve eleştirilerin yeniden tartışmaya açılmasına neden olabilir gibi görünüyor. Ülkü Adatepe'nin itiraflı videosu sonrası sosyal medyada infial oluştu ve Türk gençleri küçücük bir kıza nasıl bira içirilir gibi yorumlarda bulundu ve dorgulanmaya sebebiyet oluştu.

Admin Kasım 19, 2025 0

Tarihten Haberler

Nene Hatun Dilenmek Zorunda Kaldı

Türk tarihinin örnek annelerinden bir kahraman olan ve ölmeden önce “Yılın annesi” seçilen Nene hatun neden dilenmek zorunda kaldı ve nasıl bir fakirliğin ve açlığın pençesine düştü? Nene hatun Ruslara karşı savaştı ve büyük kahramanlık sergiledi. Nene Hatun ardından Cihan Harbinde üç çocuğunu ve kocasını şehit verdi ve savaşlarda kardeşi dahil bütün ailesini kaybetti. Nene Hatun’a bakacak kimsesi yoktu ve yaşlanmıştı. Nene Hatun defalarca Cumhuriyet’e ve devlet yöneticilerine haber göndermesine rağmen kendisine yardım yapılmadı. Yıllarca kendisine bir yardım yapılmayınca Nene hatun dilenmeye devam etti ve kış günlerinde sokaklardan ısınmak için tezek toplamıştı. Nene Hatun, İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olunca ona da kendisi ve diğer kahramanlar için acil yardım mektubu gönderdi. Şimdi aşağıda bir yandan Nene Hatun’un kahramanlık destanını diğer yandan acı dolu hayatını ve devlet yetkililerine gönderdiği son mektubu okuyacaksınız. Nene Hatun’un Kahramanlık hikayesi. Aziziye Destanı: Bir Milletin Şafağa Yazdığı Direniş 1877 yılının Kasım ayında, 9’u 10’a bağlayan o karanlık gecede Rus askerleri, Top Dağı'ndaki nöbetçilerimizin gafletinden faydalanarak Aziziye Tabyaları’na sızdı. 2 ve 3 numaralı tabyalara ansızın giren Rus birlikleri, uykuda yakalanan askerlerimizi gafil avladı. Tabyalar, kısa sürede düşmanın eline geçti. Ancak düşmanın ilerleyişi burada durmadı. Sırada 1 numaralı tabya vardı. Yarbay Bahri ve beraberindeki askerler, tüm güçleriyle direnerek zaman kazanmaya çalıştı. Tam o anlarda, sabahın ilk ışıkları Erzurum’un üzerine düşmeye başladı. Şehrin üstüne çöken bu kasım sabahı, silah ve top sesleriyle yankılandı. Erzurum halkı, tarihe geçecek bir güne gözlerini açtı. Ellerinde ne varsa—sopa, balta, satır—alan halk, vatan savunması için ayağa kalktı. Kışlalarda içtima boruları çalıyor, minarelerden ezanlar arka arkaya yükseliyor, din adamları silah tutabilen herkesi mücadeleye çağırıyordu. Şerife Ana’dan Nene Hatun’a, Kantarcı Mehmed’den İmam Yaşar’a kadar herkes aynı çağrıyı haykırıyordu: “Kardeşler! Elimiz tutuyor, gözümüz görüyor! Bu topraklara düşman bastıracak da biz duracak mıyız? Analar bizi böyle bir gün için doğurmadı mı?” Erzurum’un sokaklarından tabyalara doğru akan halk selini gören Kurt İsmail Paşa’nın askerleri de büyük bir coşkuyla saldırıya geçti. Paşa, bir elinde Kur’an, diğerinde kılıç taşıyor; yanında, kırmızı entarisi ve sarı çizmeleriyle Kara Fatma ve üç yiğit kadın, savaşçılara yiyecek-içecek taşıyan başka kadınlarla birlikte 1 numaralı tabyaya doğru ilerliyordu. Aynı anda Kaplan Mehmed Paşa da Mecidiye yönünden 2 ve 3 numaralı tabyalara taarruza geçti. Ve mucize gerçekleşti. Halkın ve askerlerin birlikte yürüttüğü bu kahramanca saldırıda üç tabyanın kapıları kırıldı, birkaç saat içinde Rusların 153. Alayı darmadağın edildi. 2.300 askerini kaybeden Ruslar geri çekilmek zorunda kaldı. Zaferin ardından tabyalarda sağ kalanlar, sevdiklerini ararken bir köşede Kara Fatma ve üç silah arkadaşının şehit düştüğünü gördü. Bu zafer, sadece bir direniş değil; Erzurum’un, "Kilid-i mülk-i İslam"ın, imanla, cesaretle, birlikle yazdığı bir destandı. Sadece üç saat süren bu çarpışma, bir milletin sonsuza dek hatırlayacağı bir sabahın adını tarihe kazıdı. Nene Hatun’un son mektubu; “Bizler, (1)293 Osmanlı-Rus harbinin Erzurum civarında Aziziye tabyasında vuku bulan meşhur savaşın kahramanıyız. O tarihî günde Türk kahramanlık ve hamasetinin sembolü olan bizler, bu çok eski düşmanımızı vatanın harim-i ismetinden sökerek atmış ve göklere kadar çıkan zafer dasitanı yaratmıştık. Bu ulu güne lâyıkı derecede kıymet ve ehemmiyet verildiği halde, maalesef biz canlı timsallerine gereken kadirşinaslık gösterilmiyor. Aziziye zaferi, tarihin pek az kaydettiği bir mucizedir. Bu mucizenin yarattığı varlık sayesindendir ki, vatanımızın en mühim parçası ve Şarkın müstesna bir kilidi mesabesinde bulunan güzel Erzurum’u müstekreh düşmanın mülevves çizmesiyle çiğnenmesinden kurtarmış ve ahlâfa ebedî bir yadigâr bırakmıştır. Bu ölmez zaferin yadigârı bizler, her birerlerimiz 90’ar, 100’er yaşındayız. Hiçbir sığınacak yerimiz ve tutunacak hiçbir desteğimiz yoktur. Belediyenin ayda 4 lira maaştan başka bir şey görmüyoruz. Geçen sene birer meccanî (ücretsiz) ekmek veriyorlardı, bu sene o ekmeğimizi de kestiler. Şimdi aç ve muhtaç bir vaziyetteyiz ve dileniyoruz da… Bizlere icab eden nakdî ve fiilî yardımın yapılarak bu çetin ve acıklı vaziyetten kurtarılmaklığımızı yüksek ve derin saygılarımızla diler ve arz ederiz.” Dilekçe, İnönü tarafından incelenip Başbakanlığa havale edilmişti ama tahmin edileceği gibi bir sonuç çıkmamıştı. Bu sırada İnönü’nün, İbrahim Çallı’ya 5 bin lira karşılığında yağlı boya tablosunu yaptırmak gibi “çok hayatî” meşguliyetleri vardı! Nene Hatun’un sefaletini Cumhuriyet de yazmış Öte yandan bu yazışmadan altı yıl önce, 23 Kasım 1937’de Erzurum Milletvekili Pertev Demirhan’ın kaleme alıp CHP Genel Sekreterliği’ne sunduğu raporda aynen şöyle deniliyordu: “Bu ihtiyarların üçü de fakir ve sefalet içindedir. Yaşar 100 yaşına gelmiş olmasına rağmen hâlâ hamallık ederek geçinmektedir. (…) Diğer iki kadın da sakat oğullarıyla bugün çok yokluk içinde imişler. O kahramanlık vakasından bu güne kadar yaşayan bu üç canlı yadigâra hayatlarının şu son senelerinde olsun sefaletten kurtulmak için herhangi bir tertipten, kabilse birer parça maaş bağlanmasını yüksek partimizin mürüvvetinden beklerim. Bu Türk milleti için adeta bir vicdan borcu sayılmalıdır.”  Mustafa Armağan yorumu: 1937’den 1943’e kadar bağlanmayan maaşın sonradan bağlandığını sanıyorsanız aldanıyorsunuz. 1925 doğumlu merhum tarihçi Nejat Göyünç küçüklüğünde Nene Hatun’u Erzurum sokaklarında kışlık tezek yapmak için sırtında teneke ile dolaşıp hayvan pisliği toplarken gördüğünü anlatır.   Sağ kalabilenlere ancak Demokrat Parti devrinde yardımcı olunacak ve Nene Hatun’un 1955 Mayısında ahirete intikaliyle tarihin parlak bir sayfası kapanırken bize de ağır bir dram miras kalacaktır. Peki, aziz vatan uğruna canlarını ortaya koyan kahramanlarımızı avuç açmak zorunda bırakıp yalvartmaktan utandınız mı? Benimki de laf. Kara Fatma’nın torunlarıyla beraber Galata’daki Rus manastırına sığınmaları gerçeğinin acılığını hatırlayınca bu milletin hakiki kahramanlarına nasıl bir sığıntı muamelesi yapıldığına hayret edilir mi?  Yakın tarih insanı dert sahibi yapar velhasıl.

Admin Kasım 18, 2025 0
Kara Fatma Neden Dilenmek zorunda kaldı

Tarihten Haberler

Kara Fatma Dilenmek Zorunda Bırakıldı

Unutulan Kahraman: Kara Fatma’nın Sessiz Çığlığı Milli Mücadele yıllarında cepheden cepheye koşan, hem savaşan hem de askerlerin yarasını saran, gerektiğinde kazan başında yemek pişirip gerektiğinde kurşun sıkan bir kadındı Fatma Seher. Nam-ı diğer Kara Fatma… Atatürk'ün dahi adını anmadan geçmediği bu kadın kahraman, ne yazık ki cumhuriyetin ilerleyen yıllarında unutuldu. Ve daha da acısı, ömrünün son demlerinde açlık ve yokluk içinde bir Rus kilisesinin köhne bir odasında yaşamak zorunda bırakıldı. Her yıl adı tekrar tekrar anılır Kara Fatma'nın. Ama çoğu zaman sadece bir sembolden ibarettir artık onun adı; ardındaki trajik gerçeklik ise kulak ardı edilir. 2 Temmuz 1955'te hayata gözlerini yuman bu kahramanla ilgili, tarihçi Mustafa Armağan’ın 2007 yılında yazdığı yazı bir kez daha gündeme geldi. Yazıda yer alan bir detay, yürek burkan hakikati gözler önüne seriyordu: “Kara Fatma’yı Rus kilisesine muhtaç edenler utansın!” 1930’lu yılların Yedigün dergisinde yer alan bir röportajda, yaşlı bir kadının hüznü yansır sayfalara. Fotoğraftaki o silik, iki büklüm olmuş kadın başta tanıdık gelmez. Ancak gözlerindeki derinlik ve bir cümleyle gelen tokat gibi gerçek insanı sarsar: “Açlığımı kimseye belli etmemek için odama kapanır, ağlarım.” O kadın, evet, Kurtuluş Savaşı’nın destansı kahramanı Kara Fatma’dır. Oysa kim derdi ki düşmanı dize getiren, nice cephede yaralanan, yüce gönüllülüğüyle devletin bağladığı maaşı bile Kızılay’a bağışlayan bu kadın, bir gün açlıktan gözyaşlarını yastığına akıtarak uyuyacak? Fatma Seher Hanım, eşi Binbaşı Derviş Bey’le birlikte önce Balkanlar’da, ardından Kars ve Edirne cephelerinde düşmana karşı savaşmıştı. Mütareke döneminde eşini kaybettikten sonra tek başına Anadolu’ya geçmiş, Mustafa Kemal Paşa ile Sivas’ta görüşüp cepheye yeniden dönmüştü. İzmit’ten Düzce’ye, İznik’ten Adapazarı’na kadar gönüllü birlikler toplamış, Yunan kuvvetlerine baskınlar düzenlemiş, gazilere moral olmuştu. 1923'e kadar adı gazetelerde sık sık anılmış, cesaretiyle dillere destan olmuştu. Ancak bu efsane kadın, Cumhuriyetin ilk yıllarında gözlerden yavaş yavaş silindi. 1933 yılında İstanbul Galata’daki bir Rus manastırının ikinci katındaki daracık bir odada sefalet içinde yaşıyordu. Kapısını çalan gazeteciye torunları için iş aradığını, kapıcılık ya da çöpçülük dahi olsa razı olduğunu söylemişti. Ama kimse ona iş vermemişti. Kızının savaşta parmakları kopmuş, sonra aklını kaybetmişti. Torunlarına bakan, karnını komşularının yemek artıklarıyla doyuran Kara Fatma, soğuk bir mangalın başında tahta bir sedirde uyuyordu. Ama göğsünde hâlâ İstiklal madalyası duruyordu. “Açım ama şerefliyim” diyordu. İşte bu cümle, hem bir milletin kahramanına duyduğu vefasızlığın hem de bir kadının dimdik duruşunun özetiydi. Bugün onun adı ders kitaplarında geçse de, mezarını bile arayıp soran çok azdır. Kara Fatma yalnızca savaş meydanlarının değil; aynı zamanda "unutulmuşluk" karşısında onurla direnen yüreklerin de simgesidir artık. Torunları dilenmektedir Aç ama şerefli kadın ağlamaya başlar o sırada. Ağlarken anlatır, anlatırken ağlar: – Bazen çocukların elinden tutuyor, ‘Şu yetimler aç kalmış, ölecekler’ diye nineleri olduğumu sezdirmeden onlar için yardım toplamaya çıkıyorum. Ne yapayım, siz söyleyin! Muhabirin aklına torunlarının nerede olduğunu sormak gelir. Sokaktadırlar; birazdan geleceklerdir. Dilenmekten dönerken birinin avucunda 100, diğerininkinde 60 para olacaktır. “Al nine” derler, “hiç harcamadık, olduğu gibi sana getirdik. Bir çay pişiremez misin bunlarla? Ekmek batırıp da beraber yiyelim.” Torunlarıyla birlikte dilenen bu Kara Fatma portresine alışık olmayan yüreğiniz hop oturup hop kalktı, biliyorum ama gerçeğin yüzü bazen böylesine acımasız ve soğuktur. Tek Parti dönemini perişanlıklarla geçiren Kara Fatma 1944’te (69 yaşında) yeniden hatırlanıp Defterdarlık’ta bir işe yerleştirilen Kara Fatma, 1954 yılına gelindiğinde artık 79 yaşındadır ve yine sefil bir vaziyette İstanbul’da bir kulübede tek başına yaşamaktadır. Tek Parti dönemini perişanlıklarla geçiren Kara Fatma’ya doğru dürüst bir maaş ne zaman bağlanmıştır bilir misiniz? Demokrat Parti devrinde, 22 Şubat 1954’te. Ancak özel bir kanunla kendisine ‘ömür boyu’ 170 lira maaş bağlanan Kara Fatma’nın ömrü bu maaşı yemeye yetmeyecek ve ertesi yıl Erzurum’da hayata gözlerini yumacaktır. Sağlığında bir gazeteciye, “Göğsümde bir şarapnel parçası var. Acı veriyor.” demişti. Tarihimizin göğsündeki şarapneller ne olacak Fatma teyze, sen söyle?

Admin Kasım 18, 2025 0
Zıplamayan Tayyipçi Ritüeli

Gündem

Zıplamayan Tayyipçi Ritüeli ile Verilen Mesaj Nedir?

Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinden bu yana, Orta Doğu’nun kaderini derinden etkileyen en önemli olaylardan biri Filistin topraklarının işgalidir. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı topraklarını paylaşma planının bir parçası olarak, bölgedeki bazı iş birlikçi unsurların da yardımıyla Filistin’i fiilen işgal etmiş ve bu bölgeye sistematik şekilde Yahudi yerleşimlerini başlatmıştır. Bu süreç, 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlanmış; ancak bu tarihten günümüze kadar bölgede dinmeyen bir kan ve gözyaşı süreci yaşanmıştır. Filistin topraklarında yaşanan çatışmaların merkezinde yalnızca toprak meselesi değil, aynı zamanda emperyal güçlerin çıkar hesapları ve bölgeyi şekillendirme politikaları da yer almaktadır. İsrail Devleti’nin kuruluşundan itibaren izlediği politika, Filistinlilerin varlığını yok sayan, onları göçe ve katliamlara mecbur bırakan bir yapıda olmuştur. 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan saldırılar ise, bu tarihsel sürecin en kanlı örneklerinden birini oluşturmuştur. İsrail, bu tarihten itibaren kadın, çocuk ve yaşlı demeden binlerce sivilin hayatına kastetmiş, uluslararası hukuk ve insan hakları normlarını açık biçimde ihlal etmiştir. Bu durum, modern tarihin en büyük sivil katliamlarından biri olarak nitelendirilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 7 Ekim sonrasında yaşanan bu trajediye karşı uluslararası kamuoyuna açık ve net mesajlar vermiştir. Erdoğan, Hamas’ı bir terör örgütü olarak değil, Filistin halkının meşru savunma gücü ve siyasi temsilcisi olarak değerlendirdiğini ifade etmiştir. Bu açıklamalar, Batılı ülkelerdeki İsrail yanlısı lobilerin tepkisini çekmiş; Türkiye içinde de bazı kesimler tarafından eleştirilmiştir. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Filistin davasına olan desteğini kararlılıkla sürdürmüş, “iki devletli çözüm” vurgusunu her platformda dile getirmiştir. İsrail ise bu süreçte Türkiye’ye karşı doğrudan ve dolaylı mesajlar vermeye devam etmiştir. PKK, DAEŞ, Suriye Demokratik Güçleri (SDK) gibi örgütler üzerinden Türkiye’ye yönelik tehditler artırılmış; aynı zamanda medya, ekonomi ve siyaset alanlarında çeşitli manipülasyon girişimlerinde bulunulmuştur. Bu strateji, Türkiye’nin Orta Doğu’daki bağımsız politikalarını baltalamaya yönelik uzun soluklu bir girişim olarak değerlendirilebilir. Zıplamayan Tayyipçi hakaretleri ile Yahudi Ritüeli. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Libya’ya, Suriye’ye, Azerbaycan’a nasıl girdiysek oraya da gireriz” sözleri, Türkiye’nin gerektiğinde askeri ve diplomatik gücünü Filistin meselesinde de kullanabileceğine işaret eden güçlü bir mesaj olarak algılanmıştır. Bu açıklamanın ardından İsrail’in, Türkiye’deki bazı siyasi hareketler aracılığıyla dolaylı mesajlar verdiği iddia edilmiştir. Özellikle ana muhalefet partisi CHP’nin bazı söylemleri ve sokak eylemleri, bu bağlamda dikkat çekici bulunmuştur. Kamuoyunda “zıplama eylemi” olarak bilinen, Yahudi dini ritüelleriyle CHP seçmeninin “Zıplamayan Tayyipçi” sloganları eşliğinde zıplayarak Tayyip Erdoğan’a ve ailesine küfür etmesi gibi bazı protesto biçimleri, toplumsal hassasiyetleri derinden etkilemiş ve bu olaylar Türkiye iç siyasetinde geniş yankı uyandırmıştır. İsrail terör devleti ve hükümeti açık, açık CHP ve Seçmeni üzerinden Türkiye devletine, hükümetine ve milletine böylece “Zıplama” gibi Yahudi dini ritüelleri üzerinden mesaj vermeye mi çalıştı? Türkiye’de Türk isimleri altında kendini gizleyen on binlerce Türk vatandaşı siyonist Yahudiler, Türk devletine ve milletine meydan okumaktan vazgeçmeyecekler mi? Sorularını sürekli akıllarda canlı tutmaktadır. Sonuç olarak, Filistin meselesi üzerinden İsrail’i sürekli mağdur bir devlet gibi gören ve Hamas’a terör örgütü diyen CHP ve CHP yandaşı Filistin’e düşmanlıklarıyla bilinen bazı medya mensupları, gazeteciler ve ölen on binlerce Filistinli kadın ve çocuklar için tek kelime bile etmeyen, İsrail’i kınamayan bazı ünlülerin de bu saldırıları ve duyarsızlığı akıllara çok derin soru işaretleri de beraberinde getirmektedir.

Admin Kasım 18, 2025 0